Canimus surdis: Sağırlar için şarkı

8 Kasım 2012 Perşembe

Yabancı mı Zorba mı ?

Ne zaman çalışma masamın başına geçsem, mütevazi kitaplığımın rafından bana sorgulayıcı ve müstehzi  bakışlar fırlatan iki kitap görürüm. Med-cezir halindeki ruhum, çaresiz ve yorgun bir şizofren gibi ya gamsız ve umarsız kahkahalar atıp danseder ya da dış dünyaya bağlanan sinirlerini keserek maskeler ardından boş gözlerle mış gibi yaparak dünyayı seyreder. Ömrümün hatırı sayılır yıllarında, ruhumu üretim bandında, kafamı ise çoğunlukla renksiz bir hayatla ve kendini amansızca tekrar eden saçma bir felsefeyle öldürmüşümdür, itiraf ediyorum. Hep yaşama susuz kaldığımdan olacak gözlerimi kaçırmışımdır o bakışlardan.

“Bugün annem ölmüş. Belki de dün, orasını pek bilemeyeceğim.” diye başlar Camus meşhur romanına. Kapakta belli belirsiz “orda olmayan adam”ın silueti, sisler içinde. Yabancı’yı düşündüğümde aklıma hep Oğuz Atay’ın gelmesi bir tesadüf değildir. Tutunamayanlar Yabancı’dırlar aynı zamanda. Ve sonrasında çağrışımlar birbirini kovalar. Geçmişimize dönüp baktığımızda, hayatımızın büyük bir bölümünün bu hissizlik, tepkisizlik, aynılık, umarsızlık, kabullenilmişlik çaresizlik ve sindirilmişlik içinde, başkalarının acılarına bakarak ve yitirilen yılların ardından gözyaşı dökerek geçtiğini görür, içimizi acıtırız. Yaşanmışlığımızı kurtarmaya gelir o zaman şahitlerimiz. Dosta döner, kimi zaman yalvaran, kimi zaman yakaran gözlerle, sabırsız, telaşlı ve soluksuz Ben Yaşadım, değil mi diye sorarız, cevabını bile beklemeden, gizli bir korkuyla. Hep varolmaya çalıştığımızdan, ölümden ölesiye korktuğumuzdan.  Ama dost bizi üzmediği için dosttur.  Egomuzu sürekli okşadığımız ve okşattığımız sahte zevkler dünyasında kendimize ne kadar acımasız olabiliriz sorusu çok yersiz durur, tıpkı kanatmadıkça kendimize gelemeyeceğimiz gerçeği gibi. Oysa ki;
“Yoksullaşman gerek
ey kafasız bilge
sevilmek istiyorsan    
yalnızca düşmüşler sevilir
yalnızca açlara verilir sevgi
önce kendini armağan et gitsin” der pos bıyıklı sert filozof.
İçi kanarken gülebilmek, kendini armağan etmeye karşı en büyük silah budur işte. Truman Show’un son sahnesinde binlerce gizli kameraya dönüp alın bu sahte dünyanızı da başınıza çalın diyen bir gülümseyiş atarak reverans yapması, kendini armağan etmeyip Platon’un mağarasından dışarı merak ve iştahla çıkarak güneşi keşfeden mahkum gibi gerçek dünyaya açılması, güneşten gözleri kamaşırken ben buradayım ve asla bir Yabancı olmayacağım diyerek haykırması, insanı vareden kanayan bir  gülümseyiştir.
  
Ölümcül soru şudur: “ Nasıl olur da, insanın evreni kendi içinde gözleri önüne sermesi gibi yüce bir güç varken, ne zaman bağlarının, ne mekan kösteklerinin cenderesine girmeksizin dolaşmanın engin zevki varken, herşeyi kucaklayabilmek, herşeyi görmek, dünyanın ucundan eğilerek öteki dünyaları sorguya çekmek, Tanrı’yı dinlemek zevki varken, nasıl olur da bunlara kimi zaman daha açık renk, kimi biraz daha koyu renk etlere, kimi daha az, kimi daha çok yuvarlak biçimlere karşı duyulan gelip geçici, hasta hayranlıkları tercih” ederiz ? Cevabı soru gibi gözükenin içinde saklıdır: Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu. Kör talihin sapanlarına, oklarına zihninde tahammül göstermek mi daha mertçe olur, yoksa kaygıların ummanına karşı silahlanıp onları yok etmek mi ? Ölmek: Uyumak. O Kadar ! Bir uykuyla kalp üzüntüsünü, tabiatın bedene miras olarak verdiği binbir acıyı sona erdiriyoruz diyebilmek, candan gönülden istenecek bir son olur. Ölmek: Uyumak, belki de rüya görmek ! Bu fani kalıbı üstümüzden sıyırıp attıktan sonra, o ölüm uykusunda kim bilir ne rüyalar görürüz düşüncesi bizi durmaya mecbur ediyor. Yaşamak felaketini uzatan işte bu düşünce. Yoksa-insan bir hançerle kendi işini kendi halledebilirken- zamanın sillesine, hakaretlerine, zalimin haksızlıklarına, kendini beğenmişin küstahlıklarına, karşılıksız kalan aşkın ıstırabına, kanunun ihmaline, mevki sahibinin kibrine, sabırla gösterilen liyakatin değersizlerce hor görülmesine kim tahammül ederdi ? Meşakkatli bir hayatın yükü altında inleyip ter dökmeye kim razı olurdu ? Ne çare ki, ölüm- sınırlarını aşan yolcularından hiçbirinin geri gelmediği o bilinmez ülke- ardında da belki birşey vardır korkusu, zihnimizi şaşkın ederek bizi bilmediğimiz musibetlere düşmektense, içinde olduklarımıza tahammül ettiriyor. Düşünmek, işte hepimizi böyle korkak ediyor, azmin gürbüz rengi tereddüdün soluk gölgesiyle hasta bir renk alıyor. ”              

Zorba, Kazancakis’in zorbalıkla alakası olmayan kahramanın adı. Hiçbir şöhreti, düşkünlüğü olmayan, ama bütün şöhretlere sahipmiş gibi çalışan, insanlardan uzak yaşayıp, onları delicesine seven ve onlara ihtiyacı olmayan, şaşıran, şaşırtan ve Orada olan adamdır ! Orada olmak farkında olmaktır. Kitabın diğer kahramanı “Yabancı” yazarla “her insanın bir cenneti vardır, senin cennetin kitaplar ve mürekkep damacanlarıyla dolu olacak” diyerek hafifçe dalgasını geçer. Yazmak evet belki de yaşamadıklarından intikam almaktır. Zorba intikam hissetmez,  çünkü hayatı tüm zerresine kadar yaşar. Bizi köleleştiren, adeta bir makina dişlisine dönüştüren üretim sistemini ne güzel tarif eder:
“ Sen bir toprak çamuru alıp ondan ne istersen yapmanın ne olduğunu bilir misin ? çark fırr der, çamur şeytan çarpmış gibi döner ve sen onun başında şöyle dersin: sürahi yapacağım, tabak yapacağım, kandil yapacağım, şeytan yapacağım ! Ben sana derim ki, bu insan olmak demektir. Yani: Hürriyet ! “
  
Sadece dans etmek onun acısını dindirebilir ve Cibran’ın dediği gibi “filozofun ruhu kafasında, ozanın ki yüreğinde yaşar, şarkıcının ruhu gırtlağında gezinir ama rakkasenin ruhu tüm bedenindedir.” Zorba’nın ruhu bedeninin tüm hücrelerinde neşe, hüzün ve çoşkuyla danseder. Filminde, o müthiş sirtaki müziğiyle dansederken kendinden geçen Zorba’yı seyrederken kıskançlık ve hayranlık duygularımı kontrol edemem. Öyle dansedebilmeyi çok isterdim.

Hayatı anlamaya çalıştığım aymaz yıllarda “ Aristo’mu  Buda’mı “ diye sorardım kendime. 1-0 mantığı mı hayatı daha iyi yanıtlardı yoksa bulanık mantık mı ? Yolun yarısına geldiğim bu yaşımda yaşamak ağır basıyor ve aslında cevabını bildiğim başka bir soru soruyorum bu kez  : Yabancı mı Zorba mı ?
   
İşte o anda, Zorba’nın beni sirtakiye çağıran çoşkun sesi çınlıyor kulağımda.
Ayağa kalkıyor ve sevinçle kollarımı açıyorum.
Müzik başlıyor...
     
cc

Hiç yorum yok:

Bu Blogda Ara