“Bugün annem ölmüş. Belki de dün, orasını
pek bilemeyeceğim.” diye başlar Camus meşhur romanına. Kapakta belli belirsiz
“orda olmayan adam”ın silueti, sisler içinde. Yabancı’yı düşündüğümde aklıma
hep Oğuz Atay’ın gelmesi bir tesadüf değildir. Tutunamayanlar Yabancı’dırlar
aynı zamanda. Ve sonrasında çağrışımlar birbirini kovalar. Geçmişimize dönüp baktığımızda,
hayatımızın büyük bir bölümünün bu hissizlik, tepkisizlik, aynılık, umarsızlık,
kabullenilmişlik çaresizlik ve sindirilmişlik içinde, başkalarının acılarına
bakarak ve yitirilen yılların ardından gözyaşı dökerek geçtiğini görür, içimizi
acıtırız. Yaşanmışlığımızı kurtarmaya gelir o zaman şahitlerimiz. Dosta döner,
kimi zaman yalvaran, kimi zaman yakaran gözlerle, sabırsız, telaşlı ve soluksuz
Ben Yaşadım, değil mi diye sorarız, cevabını bile beklemeden, gizli bir
korkuyla. Hep varolmaya çalıştığımızdan, ölümden ölesiye korktuğumuzdan. Ama dost bizi üzmediği için dosttur. Egomuzu sürekli okşadığımız ve okşattığımız
sahte zevkler dünyasında kendimize ne kadar acımasız olabiliriz sorusu çok
yersiz durur, tıpkı kanatmadıkça kendimize gelemeyeceğimiz gerçeği gibi. Oysa
ki;
“Yoksullaşman gerek
ey kafasız bilge
sevilmek istiyorsan
yalnızca düşmüşler sevilir
yalnızca açlara verilir sevgi
önce kendini armağan et gitsin” der pos
bıyıklı sert filozof.
İçi kanarken gülebilmek, kendini armağan
etmeye karşı en büyük silah budur işte. Truman Show’un son sahnesinde binlerce
gizli kameraya dönüp alın bu sahte dünyanızı da başınıza çalın diyen bir
gülümseyiş atarak reverans yapması, kendini armağan etmeyip Platon’un mağarasından
dışarı merak ve iştahla çıkarak güneşi keşfeden mahkum gibi gerçek dünyaya
açılması, güneşten gözleri kamaşırken ben buradayım ve asla bir Yabancı
olmayacağım diyerek haykırması, insanı vareden kanayan bir gülümseyiştir.
Ölümcül soru şudur: “ Nasıl olur da,
insanın evreni kendi içinde gözleri önüne sermesi gibi yüce bir güç varken, ne
zaman bağlarının, ne mekan kösteklerinin cenderesine girmeksizin dolaşmanın
engin zevki varken, herşeyi kucaklayabilmek, herşeyi görmek, dünyanın ucundan
eğilerek öteki dünyaları sorguya çekmek, Tanrı’yı dinlemek zevki varken, nasıl
olur da bunlara kimi zaman daha açık renk, kimi biraz daha koyu renk etlere,
kimi daha az, kimi daha çok yuvarlak biçimlere karşı duyulan gelip geçici,
hasta hayranlıkları tercih” ederiz ? Cevabı soru gibi gözükenin içinde
saklıdır: Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu. Kör talihin sapanlarına,
oklarına zihninde tahammül göstermek mi daha mertçe olur, yoksa kaygıların
ummanına karşı silahlanıp onları yok etmek mi ? Ölmek: Uyumak. O Kadar ! Bir
uykuyla kalp üzüntüsünü, tabiatın bedene miras olarak verdiği binbir acıyı sona
erdiriyoruz diyebilmek, candan gönülden istenecek bir son olur. Ölmek: Uyumak,
belki de rüya görmek ! Bu fani kalıbı üstümüzden sıyırıp attıktan sonra, o ölüm
uykusunda kim bilir ne rüyalar görürüz düşüncesi bizi durmaya mecbur ediyor.
Yaşamak felaketini uzatan işte bu düşünce. Yoksa-insan bir hançerle kendi işini
kendi halledebilirken- zamanın sillesine, hakaretlerine, zalimin
haksızlıklarına, kendini beğenmişin küstahlıklarına, karşılıksız kalan aşkın
ıstırabına, kanunun ihmaline, mevki sahibinin kibrine, sabırla gösterilen
liyakatin değersizlerce hor görülmesine kim tahammül ederdi ? Meşakkatli bir
hayatın yükü altında inleyip ter dökmeye kim razı olurdu ? Ne çare ki, ölüm-
sınırlarını aşan yolcularından hiçbirinin geri gelmediği o bilinmez ülke-
ardında da belki birşey vardır korkusu, zihnimizi şaşkın ederek bizi
bilmediğimiz musibetlere düşmektense, içinde olduklarımıza tahammül ettiriyor.
Düşünmek, işte hepimizi böyle korkak ediyor, azmin gürbüz rengi tereddüdün
soluk gölgesiyle hasta bir renk alıyor. ”
Zorba, Kazancakis’in zorbalıkla alakası
olmayan kahramanın adı. Hiçbir şöhreti, düşkünlüğü olmayan, ama bütün
şöhretlere sahipmiş gibi çalışan, insanlardan uzak yaşayıp, onları delicesine
seven ve onlara ihtiyacı olmayan, şaşıran, şaşırtan ve Orada olan adamdır ! Orada
olmak farkında olmaktır. Kitabın diğer kahramanı “Yabancı” yazarla “her insanın
bir cenneti vardır, senin cennetin kitaplar ve mürekkep damacanlarıyla dolu
olacak” diyerek hafifçe dalgasını geçer. Yazmak evet belki de yaşamadıklarından
intikam almaktır. Zorba intikam hissetmez, çünkü hayatı tüm zerresine kadar yaşar. Bizi
köleleştiren, adeta bir makina dişlisine dönüştüren üretim sistemini ne güzel tarif
eder:
“ Sen bir toprak çamuru alıp ondan ne
istersen yapmanın ne olduğunu bilir misin ? çark fırr der, çamur şeytan çarpmış
gibi döner ve sen onun başında şöyle dersin: sürahi yapacağım, tabak yapacağım,
kandil yapacağım, şeytan yapacağım ! Ben sana derim ki, bu insan olmak
demektir. Yani: Hürriyet ! “
Sadece dans etmek onun acısını dindirebilir
ve Cibran’ın dediği gibi “filozofun ruhu kafasında, ozanın ki yüreğinde yaşar,
şarkıcının ruhu gırtlağında gezinir ama rakkasenin ruhu tüm bedenindedir.”
Zorba’nın ruhu bedeninin tüm hücrelerinde neşe, hüzün ve çoşkuyla danseder.
Filminde, o müthiş sirtaki müziğiyle dansederken kendinden geçen Zorba’yı
seyrederken kıskançlık ve hayranlık duygularımı kontrol edemem. Öyle
dansedebilmeyi çok isterdim.
Hayatı anlamaya çalıştığım aymaz yıllarda “
Aristo’mu Buda’mı “ diye sorardım
kendime. 1-0 mantığı mı hayatı daha iyi yanıtlardı yoksa bulanık mantık mı ? Yolun
yarısına geldiğim bu yaşımda yaşamak ağır basıyor ve aslında cevabını bildiğim başka
bir soru soruyorum bu kez : Yabancı mı
Zorba mı ?
İşte o anda, Zorba’nın beni sirtakiye
çağıran çoşkun sesi çınlıyor kulağımda.
Ayağa kalkıyor ve sevinçle kollarımı
açıyorum.
Müzik başlıyor...
cc
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder