Montaigne’in Denemeler’ini okuduğum andan
itibaren birçok insana musallat olan delice monologlar ve Montaigne ile zaman
ve mekan dinlemeyen hararetli diyaloglar bana da musallat oldu. “Mutluluk bile
haddini aşarsa azap olur” aforizması da Demokles’in Kılıcı misali tepemde
sallandı durdu yıllar boyu. Ne zaman mutluluk hakkında düşünsem hemen karşıma
eli belinde Nemesis gözleriyle Montaigne dikildi ve tüyler ürpertici o kadim
soruyu sordu: Hadi söyle bakalım, nedir mutluluk ? Geciştirilerek verilecek bir
yanıt yoktu kuşkusuz. Montaigne’in alaycı gülümseyişi ise kimi zaman tüm
umutlarımı söndürüyor kimi zamanda beni sorunun cevabını araştırmam için tahrik
ve teşvik ediyordu. Mutluluğu tanımlayamadan yaşamın kendisini tanımlamak ne
mümkündü. Zaman beni sürükledi, yıllar yılları kovaladı. Bense hep aynı soru
etrafında takılı pilak misali dolandım durdum. Montaigne peşimdeydi, bana rahat
yoktu.
Anita Ekberg’in Trevi çeşme sahnesiyle
hafızalara kazınan bir Fellini fimi olan La Dolce Vita’yı yeniden seyrettiğimde
bu sorunun sadece benim için değil herkes için açıkta ya da örtük bir sorun
teşkil ettiğini tam olarak idrak ettim. Paparazzo adındaki bir paparazzi’ye
dayanarak Paparazzi kelimesini de dağarcığımıza yerleştiren bu filmde , bir
bulvar gazetesinde çalışan Marcello’nun yaşamı üzerinden Roma’daki yaşam,
Fellini’nin gerçekçi şiirselliğiyle ve tüm acınasılığıyla gözler önüne serilir.
Burjuva dostu felsefeci Steiner’ın , huzur içinde uyuyan çocuklarının yanı
başında Marcello’ya söyledikleri kadim sorunun bir tarifidir adeta: “ Bazı
geceler oluyor ki, bu karanlık bu sessizlik beni boğuyor. Huzur beni
korkutuyor. Huzur beni her şeyden çok korkutuyor. Bu sessizlik ardında
cehennemi gizleyen gizli bir maske gibi geliyor. O zaman çocuklarımın
geleceğini düşünüyorum. Dünya harika bir yer olacak deniyor. Bir telefon
görüşmesi her şeyi sona erdirmeye yetecekken, bu nasıl olabilir, anlayamıyorum.
İnsan tutkulardan, her türlü duygudan uzak yaşayıp kendini güzel bir sanat
eserindeki uyuma vermeli. Evet, o büyüleyici uyuma ! Zamanın dışında yaşayacak
kadar, her şeyden uzaklaşacak kadar çok sevmeyi öğrenmeliyiz.” der gülümseyerek
ve aniden endişeli bir ifade alır yüzü “buna mecburuz! “. Bahsedilen telefon
görüşmesi Stanley Kubrick’in Dr.Strangelove filminde de alaycı bir ironi ile
anlattığı nükleer savaşı başlatan telefondur. Evet, reklamlarda söylendiği
şekliyle, nükleer savaş bir telefon kadar yakındır bize. Sahip oldukları boğar
Steiner’ı, evi, kitapları, şatafatlı hayatı, o hayatın konforu, güzel,
anlayışlı ve sevecen karısı, mis kokulu ve canından da çok sevdiği çocukları,
yıllardır bilgi ve anılarla içini doldurduğu imgeleri. O sahip olduğunu sanma yanılgısının tam
bilincinde, yanı başında saçlarını kokladığı evladının her an kendi istemi
dışında yok olabileceği düşüncesi etrafında takıntılı dönüşlerin yarattığı
gerilimden kurtaramaz kendini. Huzurun kendisinden, dolayısıyla huzuru yaratan
ne varsa her şeyden uzaklaşmak gerektiğinin, varolmak için yokolmanın zorunluluğunun
ayırdındadır. Sarkacın bir o yana bir bu yana salındığı bu farkındalıklar ve
yanılgılar dünyasında Steiner “sessizlik ardında cehennemi gizleyen” mekana
belki de istemeyerek dalar. An’daki uyumu yakalayamaz, kendini duygularından
arındıramaz. “Mutsuzluğun tohumu, mutluluğun yüreğinde gizlidir” der Milan
Kundera müthiş Şaka adlı romanında. Steiner’in mutsuzluk tohumu çiçeğe dönüşür
mutluluğun yüreğinde. Önce çocuklarını sonra da kendini öldürür. Steiner bir şekilde eşiği aşar. Steiner’in intiharı
yanıtsız bırakılan soruların karanlığındadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder