Filozoflar, din adamları, bilim insanları...Herkes bir şekilde bu çetrefilli sorunun peşinde. Batılı
filozoflar ile doğulu bilgeler arasındaki uçurum ise manidar ! Batı medeniyeti,
mutluluğu tanımlarken kadim Yunan bilgesi Aristoteles’ten-istisnalar hariç, hep
bir icazet bekler. Ne düşünce ne de
inanç, güven veren o devasa heykelin gölgesinden bir türlü ayrılamaz. Kendini
savunmak ya da saldırmak ancak Aristo’nun olumlaması ile mümkündür. Batı Aristoteles’i
yaklaşık 2000 yıl boyunca aşamaz. Rafael’in tablosunda, İbn Rüşd bile ne
öğrensem kar der gibi bakar adeta Aristo’nun arkasından.
Aristo’ya göre
mutluluk, ruhumuz için gerekli olan
ahlaki ve entellektüel erdemler ve eğitim, bedenimiz için; güç, sağlık,
güzellik gibi duyusal kaynaklar ve ayrıca servet, dostlar, iyi bir doğum, iyi
çocuklar, iyi bir miras, iyi bir ün gibi dışsal kaynakların tatmin edilerek
istenen doğru arzuların oranını arttırmakla elde edilir. Aristo’nun izinden
Fourier “ Mutluluk pek çok tutkuya... ve onları gerçekleştirecek olanağa sahip olmaktır. Çok az tutkumuz ve
çeyreğini bile tatmin etmeye ancak yetecek kadar kaynağımız var. İşte bu
nedenle dünyamız evrendeki en sefil gezegendir.” der. Tocqueville de aynı
ekolden seslenir : “Mutluluk, nesneler, göstergeler ve konfor aracılığıyla
ölçülebilir refahtır!” Descartes da umudumuza son noktayı koyar ve sadece bilge
ve erdemli değil, aynı zamanda zengin olacak kadar da şanslı olanların, bu
şansa sahip olamayanlara oranla daha mutlu ve memnun olacaklarını söyler. Kapitalist
sistemin genel kabulü olan bu mutluluk anlayışı, hazza, haz ise zamana, nesneye
ve yere bağlıdır. “Siz onu deneyimledikçe bir şekilde kendini tüketir, dışarıya
yayılan birşey değildir.” Montaigne haklıdır, hazza odaklı bu mutluluk anlayışı
haddini aşarak kendini tüketir.
Robert Nozick, “Anarşi, Devlet ve Ütopya”
adlı kitabında bizlere istediğimiz deneyi yaşatacak kurgusal bir Deney
Makinası’nı anlatır. Bu tema, 1999 yılı yapımı Kült film Matrix’te çok
etkileyici bir şekilde Coen Kardeşler tarafından da görselleştirilmiştir. Süper
nöropsikolojistler Aristo’nun mutluluk için gerekli olan tüm dışşal ve içsel
şartlarını bu kurgusal Deney Makinasında yaşattırabilir. Filmde, Matrix’ten
(Sanal gerçeklik dünyasından) daha önce Morpheus tarafından çıkarılan ve artık özgür
bir insan olan Cypher adlı karakterin
Ajan Smith’ten arkadaşlarına ihanet etme
karşılığında Matrix’e varlıklı, önemli bir insan olarak geri dönme pazarlığı yaptığı
sahne oldukça düşündürücüdür. Resimdeki gibi bir tüpün içinde gerçeklerden
kopuk ama son
derece mutluluk içinde yaşamayı kim ister ? Cypher, Batı
felsefesinin ve kapitalist düşüncenin dominant anlayışına uygun olarak
tamamıyla benmerkezci nesneler, göstergeler ve konfora dayalı hazcı mutluluğu
seçer. "Bu bifteğin gerçekte varolmadığını biliyorum. Onu ağzıma
koyduğumda Matrix beynime onun lezzetli olduğunu söylecek. Dokuz yıldan sonra,
neyin ayırdına vardığımı biliyorsun: Cehalet mutluluktur ! “ Cypher, insanlık
soyunun yokolma pahasına sahte hazları seçer, arkadaşlarını ele verir.
Stoacılar, Aristo’nun
düşünceleri karşısında sağlam dururlar. Zenon, servet, ün, mevki,... vb.
“insanların tümüyle kendi kontrollerinde olmayan şeylere bağımlı kişilerin
mutsuz olacağı konusunda bizleri uyarır.” Epictetus’ta Aristo’nun tersine
mutluluğun ancak dış kaynaklara mümkün olan en az şekilde bağımlı olunduğunda
ve irademiz dışında kalan şeyler konusunda kaygılanmaktan vazgeçildiğinde elde
edilebileceğini söyler, ona göre “insanları üzen eşya ve olaylar değil; ama
bunlar yolu ile edindikleri düşüncelerdir”. Epikür’de benzer şekilde “mutlu bir
yaşamın sakin, yalın, sevgi dolu ve her şeyin ötesinde, sosyal statü, milliyet
ya da cinsiyet ne olursa olsun, acıdan korkudan ve ıstıraptan uzak olması”
gerektiğini söyler. Bu cenahta filozoflar adı henüz nörolog ve psikologlar
tarafından konulmamış olsa da “ hazcı değirmen”in farkındadırlar. İslam
Sufizm’inde ve Doğu bilgeliğinde de hazza dayalı mutluluk kelimesi yerini
esenliğe-eski tabiri ile selamet, bırakır.
Esenlik, sadece zevk
veren bir duygu değildir. Bütün duygu durumlarını, kişinin karşılaşabileceği
bütün sevinçleri ve üzüntüleri aslında istila eden ve onların temelini
oluşturan yoğun bir huzur ve tamamlanma hissidir. Bir insan mutsuzken de
esenliğe sahip olabilir. Bu yaklaşım, Aristo’dan itibaren beynimize kazınan ve
günümüz modern kapitalist toplumlarında bizi hazcı değirmenin yokedici
döngüsüne hapseden nesneye, şekillere bağlı hazcı mutluluk anlayışını tersyüz
eder. Buda ise mutluluğun bile dukka olduğunu söyler, dukka ıstırap ya da
doyumsuzluk demektir. Montaigne haliyle Buda’yı bilmez. Anlık zevklerle
özdeşleşen mutluluk kelimesi esenliğin yanında pek sönük kalır. Adı hazla
anılan mutluluğun yıldızı modern dünyanın bilgeleri nezdinde değerini
yitirmiştir artık. Oysa Esenlik sorumluluktur, esenlik bilmektir, yaşamı tüm
hücrelerinle hissetmek, Aldous Huxley’in ifade ettiği şekilde farkındalığın
kapanan kapılarını mümkün olduğunca açabilmektir. Kızılderili şefin sözleri ne
kadar da manidardır: Onlar daima bir şey arıyorlar. Ne arıyorlar ? Beyazlar
daima birşey istiyorlar. Onlar daima huzursuz ve rahatsızlar. Biz onların ne
istediklerini bilmiyoruz. Onların deli olduklarını düşünüyoruz.
“Hedonik Değirmen”
kavramı, doğduğum 1971 senesinde iki psikolog tarafından kullanılmış. “
İnsanlar yaşamlarındaki sağlık ya da gelir gibi konuların yarattığı iniş
çıkışara kısa bir tepkinin ardından yine nötr durumlarına dönüyorlardı.” Sadece
tersliklere değil, iyileşen koşullara da hedonik adaptosyon gösteriyorduk. Son
yıllarda yapılan bilimsel araştırmalarda gelir seviyesi belli bir seviyeden
sonra ne kadar artarsa artsın mutluluk düzeyinde belirgin bir artış olmadığını
gösteriyor. Mutluluk beklentilerimiz ne kadar yüksekse değirmen de o kadar
verimli çalışır ve tatminsizliğimiz ve hayal kırıklıklarımız da bir o kadar
şiddetli olur. Yukarıda gösterilen grafik depresyondaki herhangi bir insanın
tüketim sürecinde yaşadığı duygusal değişim sürecinin bir özetidir.
Kimi zaman rüzgar o kadar
hızlı eser ki, hedonik değirmenin kanatları çok hızlı döner ve işte o zaman öğütme
hızı maksimuma çıkar, bazan mil yatağından çıkar, kanatlar savrulur, birey çaresiz
uçuruma sürüklenir... Maalesef bu döngüye düşen bireylerin %1 gibi kayda değer
bir kısmı sürecin iniş çıkışlarına dayanamayarak intihar eder. Okunacak
kitaplar, seyredilecek filmler, gidilecek konserler, tiyatrolar, sevilecek/düzülecek
kadınlar/erkekler, maskeler, maskeler... Değirmen bilincimizi, ilişkilerimizi,
sevgimizi, yalnızlığımızı, sorumluluk duygumuzu...önüne ne koyarsak onu öğütür.
Hep daha fazlasını ister bizden, daha çok mutluluk vaadiyle. Taki biz
tükeninceye, psikolojik bağışıklık sistemimiz çökünceye kadar bu öğütme işi,
kandırmaca devam eder. Mevlana’nın dediği gibi bağı çözer ve azat olur kimi. Ancak
her şeyin mevcut halinden bir adım dışarı çıkabilme yetisi gerektirir bağı
çözmek, ustalık ve cesaret ister. İlk gençlik yıllarımda yaşadığımız mahalle
camisinin sofu imamı televizyon için şeytan icadı der, televizyon başından
kalkmayan ahaliyi kınardı. Yıllar sonra onunla benzer bir noktada bulunduğum
düşüncesi bana oldukça ironik geliyor. Televizyonun modern dünyada geldiği
nokta kendisini bir zamanlar aşağılayarak aptal kutusu diyenleri yanıltır, zekasıyla
milyarları bağımlı birer köle haline getirmiştir. Kendisi de bir değirmenci olan reklamcıların
ekrandan pompalanan albenili sahte mutluluklarının, egolarımızı besleyerek
bilincimizi körleştirdiği, felç ettiği bilimsel bir realitedir artık. Modern
insan kimliğini nesnelerin yozlaştırıcı prizması üzerinden, statüsünden, sahip
olduğunu sandıkları ile ifade eder. İçimizde
bir “şey olma “ ateşi yanıyor. Kendimiz gidiyoruz artık değirmenin demir
pençelerine alkışlar arasında ve aptal bir gururla, övütülüp bir kenara atılmak
üzere. Bize baki kalan bir huzursuzluk, iç
sıkıntısı, tüm beyin enerjimizi tüketen bir işkence, kendinden bir “şey”
çıkaramama telaşı, bir eksiklik, yetersizlik duygusu, tatminsiz bir eve dönme”
isteği...Aynen Kavafis’in “Bu Şehir” şiirinde tasvir ettiği gibi:
"Bir başka ülkeye,
bir başka denize giderim," dedin,
"bundan daha iyi başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim ülkede."
Yeni bir ülke bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda
dolaşacaksın. Aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma-
Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de
M.S. 835 yılında Çinli
Po-Chu-I ise Kavafis’e 1100 yıl önce şöyle seslenir:
Dünya okuyamayanları
aldatır;
Ben ne mutlu ki,
kalemimde ve yazımda
Ustalaştım.
Dünya mesleği olmayanları
aldatır;
Yüksek düzey bir meslekle
kutsandım.
Yaşlılar genelde
hastalanır;
Benim şu gün bir ağrım ve
acım yok.
Onların genelde
sorumlulukları, bağları vardır;
Ancak ben evliliğimi
tamamladım ve
Onu kabullendim.
Zihnimin huzurunu bozacak
değişiklikler
Olmaz;
Uzuvlarımın gücünü
zayıflatacak şeyler olmaz;
Böylece on senedir
Vücudum ve ruhum münzevi
bir huzurun
İçinde.
Ve dahası son yıllarda
Sadece birkaç şeye
ihtiyacım oldu.
Beni kışın sıcak tutacak
bir halıya;
Bütün gün bana yetecek
bir öğüne;
Evimin küçük olması
mesele değil;
İnsan aynı anda tek odada
uyuyabilir.
Birçok atımın olmaması
önemli değil;
İnsan aynı anda tek bir
faytona bilebilir;
Tüm insanlar arasında
benim kadar şanslı olanı
Herhalde on kişiden
yedisidir.
Yüz kişiye bakın, benim
kadar mutlu olan
Tek kişi bulamazsınız.
Başkasının işi olunca
herkes dahidir
Kendi işi olunca bilgeler
bile yanılır.
Kimseye kalbimi açmaya
cüret edemem
Bu yüzden sözlerim,
yeğenlerime ve kuzenlerimedir.
Aristo ve ekolünün
suratının asıldığını, Stoacıların, Sufilerin, Doğu bilgelerinin ise memnuniyetle
gülümsediklerini görebiliyorum.
cc