Canimus surdis: Sağırlar için şarkı

10 Kasım 2012 Cumartesi

Aşk


dudaklar degil
gönüller öpüştüğünde
AŞK varolur...

Keskin dişli canavar

saat gözlerimde soluğu kesilmiş bir ağırlık uyan artık zavallı ve kendine ait olmayan bedenim köleler çalışır dinlenir sevişir ve bileğimiz ve birkaç odalı hücrelerimiz tirik tirak olur mu hiç çalışmamak kim için yakamızı bırakmaz çalışır ve dinleriz ve de sevişiriz beşikten mezara gayet keyiflidir zamanı böleriz yıllar günlere günler sayı bölü sayı eşit sıfır uyan gecikme hayata çünkü hayat köleliktir tasma üreticileri kalite peşindedir ar ge ler  viva la kölelik içindir spartaküs gözleyen gözler kaldı mı ki  vardır vardır şeytan aldı sattı anasını masumiyetin...

8 Kasım 2012 Perşembe

Ben Destan Pehlivan, Perihan'ın Annesiydim !


Destan Pehlivan, başını hafifçe sola çevirip yan gözle Recep’e baktı, sabah ezanından az önce, ayazın hemen ortasında. Sabah 05.15’te dolmuş durağı. Hergün aynı saat, işte orada, tıpkı benim gibi! Gün yine başlıyor ! Bir sonraki durakta birkaç kişi daha aldılar, tanıdık yüzler, birbirleriyle herzaman uykulu oldukları için asla konuşamayan, konuşmaya fırsat ve istek bulamayan yorgun insanlar.  Hep en köşeye oturduğu için en son inerdi. Hayırlı işler ! Ara sokaklardan dükkana. İşte orada bekliyor. Üşümüş. Elleri ceplerinde. Köpeklerle uyuyor. Köpekler sıcak. Beni gördü. Gülümsüyor. Ben Destan Pehlivan onun annesiyim ! Evladım her sabah yolumu gözlüyor. Perihan saygıyla yana çekilip demir kapının açılmasını sabırsızlıkla beklemeye başladı. Kemerime taktığım anahtarlar arasından kapının anahtarını buluyorum. Ellerim üşümüş, açamıyorum. Perihan anahtara elini uzatıyor. Elleri sıcak, kapıyı o açıyor. Sevgiyle…Ne kadar yalnızız Tanrım !  Talaş kokusunu seviyorum. Kapalı mekan, kapalı ve en azından ayaz yok. Perihan kahvenin köşesindeki kömür kovasının yanına gidiyor. Bir önceki günün külleri temizlenmeli ! Su dök sobaya, tozumasın emi. Tentürdüyot şişesinin içindeki ispirto ile ocağı yaktım. Gazı sonuna kadar açtım. Çabuk kaynasın. Kültablalarını masalara dağıtmama yardım ediyor. Hiç konuşmuyor, konuşmaz ki. Elleri titriyor. Kim bilir kaç kişi tecavüz etti, sokağa attı, tekmeledi. Anne bir çay verir misin? Vermezsem eğer darılmaz, ama susar. Dükkanımın bereketi Perihan. Gazeteci de geldi, yalan haberler serisi. Hızır’da geliyor, “gaste”yi ilk o okumalı, telaşı bundan. Açık, taşarcasına doldurulmuş, kaynar, kesme şekerle içilen, kıtlama çayı. Yarı fiyatına. Pehlivan kardaş, daha o zamanlar bıyıklarım yeni terliyo. Hani şu yavşak Kasım var ya şimdi O’nun bitlendiği ev, işte orada oturuyodu. Karşıda o zamanlar çiçek pavyonu var. Babam yeni ölmüş. İki kardaş, kız, yük omzumda. Erken atıldık hayata, erken başladık tekmelenmeye. Nerde sendeki rahat bizde. Bana ilk veren, beni ilk öpen kadın, o işte. Ne öperdi ama. İçim titrerdi. Biraz yaşlıca idi ama öylesine sıcaktı işte. Meğerse o da beni beklermiş. Kaçır beni ulan dedi. Nereye gidecez. Açlıktan ölürüz alimallah. Yok dedim, olmaz. Bi daha konuşmadı benimle. İki sene önce, bentderesinde verem olmuş yapayalnız öldü. Benim sonumda işte  kardaş, böyle olacak sanırım. Şimdiden elim titriyo, bıktım bu kaat işinden şerefsizim. Topla topla üç kuruş lokma parası. Kusurumuza bakma. Açtık ağzımızı yine. Bilirdim ki Perihan açtır. Mercimek çorbası, iki tane, yanında limonda olsun Mustafa. İki sene önce yine imamdan önce uyanmış, yola koyulmuştum. İtler ürüyodu. Hızlı adımlarla uzayan ağaçlı okul bahçesinden kaçar adımlarla yürüyordum.   Sanki bir adım hemen arkamda, bir el omzuna dukundu dokunacak, bir nefes…Bir ses duydum, inleme. Uzaklaş, koş, kaç. Hayır. Acının yanına gittim. Eli yüzü kan içinde, fena dövülmüş. Elimi uzattım. Yutkundum. Gözlerini açtı, bana baktı.  Hayata herşeye rağmen geri gelmiş, yeniden doğmuştu. Önce Numune’ye, iki gün orda yattı. Aldım eve getirdim. Hanım –hakkını ödeyemem, ilgilendi. İyileşir iyileşmez Başkent hamamına götürdüm. Osman bi güzel yıkattır bunu sonra kaveye gönder. Geliş o geliş, iki yıldır her sabah, kapıda beni bekler Perihan, yaz kış, sıcak, ayaz. Ama hep yalnız. İki yıldır ben hep imamdan önce uyandım. Üşümüştür, acıkmıştır. Yalnızlık anlatılamaz, inanırım . Bi laf çıkardı adamın biri, eski müşterim, Perihan’la sözde yatmışım diye, töbe haşa. Ondanmış iyiliğim ! O gün bugündür yüzünü göremem Perihan’ın. Adamı rezil ettim, sövdüm, dövdüm, vebali boynunadır. Perihan gitti. Bir daha hiç görmedim. Ama ben yine de bir umut, hep imamdan önce uyanıp güne erken başladım. Ocağı yaktım, kahveyi talaşladım, kültablalarını dağıttım.

Felicific Calculus - Mutluluk Matematiği


Hayatta en hakiki mürşit olan ilime mutluluk hakkındaki fikrini sorduğumuzda, onun mutluluk kadranımızı çoktan belirlemiş olduğunu görüyoruz. Araştırmalara göre kafatasına yerleştirilen elektrotlarla beynin sol pre-frontal cortex’deki MR görüntüleriyle tespit edilen aktivasyonlar anlık mutluluk durumumuzu gösteriyor. Beynin sol pre-frontal bölgesi olumlu duygularla ilintili ve buradaki beyinsel aktiviteler +0.3 ile -0.3 arasındaki değerlerle ifade ediliyor.* -0,31 değeri mutluluk, +0,31 değeri ise mutsuzluk eşiğinin aşıldığı anlamına geliyor. Dalai Lama’nın Fransızca tercümanı olan Matthieu Richard’da ölçülen değer ise       -0,45 ! Yani, bilimsel olarak dünyanın en mutlu adamı ! Her ne kadar hayali bir Fellini kahramanı olsa da Steiner’da bu rakam anlaşılan dibe vurmuş olmalı. ( Bakınız Mutluluk Haddini Aşar mı ? )   

Mathieu Richard’ın haddini fazlasıyla aşmış mutluluk düzeyi kanıtlara ihtiyac duymayan anda varolmayı sağlayan bir ‘içsel mutluluk’tur. Mevlana’da, doğu bilgelerinde kendini bulan bu tanımda, mutluluk bilim tarafından belirlenen haddini aşsa da kişiyi özgürleştirir. Oysa Tocqueville’in tanımını yaptığı mutluluğu nesnelerde, göstergelerde ve konforda arayan, ses ve biçim tarafından yoldan çıkarılmış modern batı tüketim toplumlarında tıpkı Montaigne’in buyurduğu şekilde had aşılır ve “mutluluk” bir anda azaba dönüşür.   

Montaigne, batılı bakış açısından yüzde yüz haklıdır : Sakın ola +0,31’i aşmayın, mutluluğunuz azap olur ! Kafatasımızla 256 tane elektrotla yürüdüğünüzü düşünsenize.  
Zen bilgesi buna sadece gülümser ve şöyle der: Arayınca onu bulamazsınız !

Performans Manyaklığı


Tavşan kelimesi doğrudan havuç kelimesini ve Pavlov’un köpeklerini çağrıştırır bende. Muhtemelen güdüleme teknikleri üzerine okumalarımdan sonra bende de bir şartlanmışlık oluştu. Yediğim havucun sayısı bellidir, zıplayıpta ulaşamadıklarımın sayısını ise hatırlayamıyorum. Benim yeteneksizliğimden ziyade havucu iple zıplatanın kurumsal başarısı belirleyici. Havucun kaç santimlik bir iple ne zaman ve ne kadar zıplatılacağı deneğin maksimum zıplama yüksekliği dikkate alınarak İK Departmanları tarafından milimetrik hesaplanır. Mesafe umudunuzu kırmayacak şekilde, çoğunlukla parmaklarınızın ucuyla dokunabileceğiniz uzaklıktadır. Başınızı kaldırır umutla havucun sivri ucuna bakarsınız. Bu dokunuş bir sonraki zıplayışa kadar içinizde yeşeren bir umut olur. Umut, aldanmışlıktır, yıllar sonra anlaşılır.            

Tırmanıcılar tırmalamaktan yorgun, akşam geç vakitte eve döndüklerinde sevdiklerine verecek ne sevgileri ne de sabırları kalır. Herşeyi yönettiğini sanan ama enerjisini yönetemeyen bu zirveciler, yedikleri havuçların kalınlığıyla caka satarken önce kendilerinin sonra da çevresindekilerin en temel duygusal taleplerine dahi cevap veremezler. İç dünyaları sığ, farkındalık kapakları sonuna kadar kapalı bu testesteron canavarı alfatipler, maymun gibi acımasız, hırslı, hoşgörüsüz ve “başarı dangalağı”dır. Performans paniği de daha çok bunlar arasında yaşanır. Hayat rakamlar ve formüllerden ibarettir ve adeta düzülerek yaşanır. Günlük, haftalık, aylık, üç aylık, altı aylık ve nihayet yıllık satış kotalarının sonunda hep bir havuç vardır, lakin İsa’nın doğum günü tüm ihtişamıyla ufukta göründüğünde panik başlar, tarihler 31 Aralığı gösterdiğinde ise rakamlar sıfırlanır ve Mozart’ın Bitmeyen Senfonisi yine yeniden kulaklarımızda yankılanır. Bereket Tanrısı (CEO) ise-kendisine ne kadar öykünsek azdır, özgüven dolu gür sesiyle biz Sisifos’lara* yeni kallavi hedeflerimizi muştular.

Mutluluk Nedir ?


Filozoflar, din adamları, bilim insanları...Herkes bir şekilde bu çetrefilli sorunun peşinde. Batılı filozoflar ile doğulu bilgeler arasındaki uçurum ise manidar ! Batı medeniyeti, mutluluğu tanımlarken kadim Yunan bilgesi Aristoteles’ten-istisnalar hariç, hep bir icazet bekler. Ne  düşünce ne de inanç, güven veren o devasa heykelin gölgesinden bir türlü ayrılamaz. Kendini savunmak ya da saldırmak ancak Aristo’nun olumlaması ile mümkündür. Batı Aristoteles’i yaklaşık 2000 yıl boyunca aşamaz. Rafael’in tablosunda, İbn Rüşd bile ne öğrensem kar der gibi bakar adeta Aristo’nun arkasından.                 

Aristo’ya göre mutluluk,  ruhumuz için gerekli olan ahlaki ve entellektüel erdemler ve eğitim, bedenimiz için; güç, sağlık, güzellik gibi duyusal kaynaklar ve ayrıca servet, dostlar, iyi bir doğum, iyi çocuklar, iyi bir miras, iyi bir ün gibi dışsal kaynakların tatmin edilerek istenen doğru arzuların oranını arttırmakla elde edilir. Aristo’nun izinden Fourier “ Mutluluk pek çok tutkuya... ve onları gerçekleştirecek  olanağa sahip olmaktır. Çok az tutkumuz ve çeyreğini bile tatmin etmeye ancak yetecek kadar kaynağımız var. İşte bu nedenle dünyamız evrendeki en sefil gezegendir.” der. Tocqueville de aynı ekolden seslenir : “Mutluluk, nesneler, göstergeler ve konfor aracılığıyla ölçülebilir refahtır!” Descartes da umudumuza son noktayı koyar ve sadece bilge ve erdemli değil, aynı zamanda zengin olacak kadar da şanslı olanların, bu şansa sahip olamayanlara oranla daha mutlu ve memnun olacaklarını söyler. Kapitalist sistemin genel kabulü olan bu mutluluk anlayışı, hazza, haz ise zamana, nesneye ve yere bağlıdır. “Siz onu deneyimledikçe bir şekilde kendini tüketir, dışarıya yayılan birşey değildir.” Montaigne haklıdır, hazza odaklı bu mutluluk anlayışı haddini aşarak kendini tüketir.   ANd9GcQHElUDD3mA6mCunZ-sW1i3RYxbTo4rwAd5hlqMxnvwBa_e7QDB
Robert Nozick, “Anarşi, Devlet ve Ütopya” adlı kitabında bizlere istediğimiz deneyi yaşatacak kurgusal bir Deney Makinası’nı anlatır. Bu tema, 1999 yılı yapımı Kült film Matrix’te çok etkileyici bir şekilde Coen Kardeşler tarafından da görselleştirilmiştir. Süper nöropsikolojistler Aristo’nun mutluluk için gerekli olan tüm dışşal ve içsel şartlarını bu kurgusal Deney Makinasında yaşattırabilir. Filmde, Matrix’ten (Sanal gerçeklik dünyasından) daha önce Morpheus tarafından çıkarılan ve artık özgür bir insan olan Cypher adlı karakterin
Ajan Smith’ten arkadaşlarına ihanet etme karşılığında Matrix’e varlıklı, önemli bir insan olarak geri dönme pazarlığı yaptığı sahne oldukça düşündürücüdür. Resimdeki gibi bir tüpün içinde gerçeklerden kopuk ama son
derece mutluluk içinde yaşamayı kim ister ? Cypher, Batı felsefesinin ve kapitalist düşüncenin dominant anlayışına uygun olarak tamamıyla benmerkezci nesneler, göstergeler ve konfora dayalı hazcı mutluluğu seçer. "Bu bifteğin gerçekte varolmadığını biliyorum. Onu ağzıma
koyduğumda Matrix beynime onun lezzetli olduğunu söylecek. Dokuz yıldan sonra, neyin ayırdına vardığımı biliyorsun: Cehalet mutluluktur ! “ Cypher, insanlık soyunun yokolma pahasına sahte hazları seçer, arkadaşlarını ele verir.

Stoacılar, Aristo’nun düşünceleri karşısında sağlam dururlar. Zenon, servet, ün, mevki,... vb. “insanların tümüyle kendi kontrollerinde olmayan şeylere bağımlı kişilerin mutsuz olacağı konusunda bizleri uyarır.” Epictetus’ta Aristo’nun tersine mutluluğun ancak dış kaynaklara mümkün olan en az şekilde bağımlı olunduğunda ve irademiz dışında kalan şeyler konusunda kaygılanmaktan vazgeçildiğinde elde edilebileceğini söyler, ona göre “insanları üzen eşya ve olaylar değil; ama bunlar yolu ile edindikleri düşüncelerdir”. Epikür’de benzer şekilde “mutlu bir yaşamın sakin, yalın, sevgi dolu ve her şeyin ötesinde, sosyal statü, milliyet ya da cinsiyet ne olursa olsun, acıdan korkudan ve ıstıraptan uzak olması” gerektiğini söyler. Bu cenahta filozoflar adı henüz nörolog ve psikologlar tarafından konulmamış olsa da “ hazcı değirmen”in farkındadırlar. İslam Sufizm’inde ve Doğu bilgeliğinde de hazza dayalı mutluluk kelimesi yerini esenliğe-eski tabiri ile selamet, bırakır.

Esenlik, sadece zevk veren bir duygu değildir. Bütün duygu durumlarını, kişinin karşılaşabileceği bütün sevinçleri ve üzüntüleri aslında istila eden ve onların temelini oluşturan yoğun bir huzur ve tamamlanma hissidir. Bir insan mutsuzken de esenliğe sahip olabilir. Bu yaklaşım, Aristo’dan itibaren beynimize kazınan ve günümüz modern kapitalist toplumlarında bizi hazcı değirmenin yokedici döngüsüne hapseden nesneye, şekillere bağlı hazcı mutluluk anlayışını tersyüz eder. Buda ise mutluluğun bile dukka olduğunu söyler, dukka ıstırap ya da doyumsuzluk demektir. Montaigne haliyle Buda’yı bilmez. Anlık zevklerle özdeşleşen mutluluk kelimesi esenliğin yanında pek sönük kalır. Adı hazla anılan mutluluğun yıldızı modern dünyanın bilgeleri nezdinde değerini yitirmiştir artık. Oysa Esenlik sorumluluktur, esenlik bilmektir, yaşamı tüm hücrelerinle hissetmek, Aldous Huxley’in ifade ettiği şekilde farkındalığın kapanan kapılarını mümkün olduğunca açabilmektir. Kızılderili şefin sözleri ne kadar da manidardır: Onlar daima bir şey arıyorlar. Ne arıyorlar ? Beyazlar daima birşey istiyorlar. Onlar daima huzursuz ve rahatsızlar. Biz onların ne istediklerini bilmiyoruz. Onların deli olduklarını düşünüyoruz. 

“Hedonik Değirmen” kavramı, doğduğum 1971 senesinde iki psikolog tarafından kullanılmış. “ İnsanlar yaşamlarındaki sağlık ya da gelir gibi konuların yarattığı iniş çıkışara kısa bir tepkinin ardından yine nötr durumlarına dönüyorlardı.” Sadece tersliklere değil, iyileşen koşullara da hedonik adaptosyon gösteriyorduk. Son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalarda gelir seviyesi belli bir seviyeden sonra ne kadar artarsa artsın mutluluk düzeyinde belirgin bir artış olmadığını gösteriyor. Mutluluk beklentilerimiz ne kadar yüksekse değirmen de o kadar verimli çalışır ve tatminsizliğimiz ve hayal kırıklıklarımız da bir o kadar şiddetli olur. Yukarıda gösterilen grafik depresyondaki herhangi bir insanın tüketim sürecinde yaşadığı duygusal değişim sürecinin bir özetidir.    

Kimi zaman rüzgar o kadar hızlı eser ki, hedonik değirmenin kanatları çok hızlı döner ve işte o zaman öğütme hızı maksimuma çıkar, bazan mil yatağından çıkar, kanatlar savrulur, birey çaresiz uçuruma sürüklenir... Maalesef bu döngüye düşen bireylerin %1 gibi kayda değer bir kısmı sürecin iniş çıkışlarına dayanamayarak intihar eder. Okunacak kitaplar, seyredilecek filmler, gidilecek konserler, tiyatrolar, sevilecek/düzülecek kadınlar/erkekler, maskeler, maskeler... Değirmen bilincimizi, ilişkilerimizi, sevgimizi, yalnızlığımızı, sorumluluk duygumuzu...önüne ne koyarsak onu öğütür. Hep daha fazlasını ister bizden, daha çok mutluluk vaadiyle. Taki biz tükeninceye, psikolojik bağışıklık sistemimiz çökünceye kadar bu öğütme işi, kandırmaca devam eder. Mevlana’nın dediği gibi bağı çözer ve azat olur kimi. Ancak her şeyin mevcut halinden bir adım dışarı çıkabilme yetisi gerektirir bağı çözmek, ustalık ve cesaret ister. İlk gençlik yıllarımda yaşadığımız mahalle camisinin sofu imamı televizyon için şeytan icadı der, televizyon başından kalkmayan ahaliyi kınardı. Yıllar sonra onunla benzer bir noktada bulunduğum düşüncesi bana oldukça ironik geliyor. Televizyonun modern dünyada geldiği nokta kendisini bir zamanlar aşağılayarak aptal kutusu diyenleri yanıltır, zekasıyla milyarları bağımlı birer köle haline getirmiştir.  Kendisi de bir değirmenci olan reklamcıların ekrandan pompalanan albenili sahte mutluluklarının, egolarımızı besleyerek bilincimizi körleştirdiği, felç ettiği bilimsel bir realitedir artık. Modern insan kimliğini nesnelerin yozlaştırıcı prizması üzerinden, statüsünden, sahip olduğunu sandıkları ile ifade eder.  İçimizde bir “şey olma “ ateşi yanıyor. Kendimiz gidiyoruz artık değirmenin demir pençelerine alkışlar arasında ve aptal bir gururla, övütülüp bir kenara atılmak üzere.  Bize baki kalan bir huzursuzluk, iç sıkıntısı, tüm beyin enerjimizi tüketen bir işkence, kendinden bir “şey” çıkaramama telaşı, bir eksiklik, yetersizlik duygusu, tatminsiz bir eve dönme” isteği...Aynen Kavafis’in “Bu Şehir” şiirinde tasvir ettiği gibi:

"Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim," dedin,
"bundan daha iyi başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim ülkede."

Yeni bir ülke bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda
dolaşacaksın. Aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma-
Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de      
   
M.S. 835 yılında Çinli Po-Chu-I ise Kavafis’e 1100 yıl önce şöyle seslenir:

Dünya okuyamayanları aldatır;
Ben ne mutlu ki, kalemimde ve yazımda
Ustalaştım.
Dünya mesleği olmayanları aldatır;
Yüksek düzey bir meslekle kutsandım.
Yaşlılar genelde hastalanır;
Benim şu gün bir ağrım ve acım yok.
Onların genelde sorumlulukları, bağları vardır;
Ancak ben evliliğimi tamamladım ve
Onu kabullendim.
Zihnimin huzurunu bozacak değişiklikler
Olmaz;
Uzuvlarımın gücünü zayıflatacak şeyler olmaz;
Böylece on senedir
Vücudum ve ruhum münzevi bir huzurun
İçinde.
Ve dahası son yıllarda
Sadece birkaç şeye ihtiyacım oldu.
Beni kışın sıcak tutacak bir halıya;
Bütün gün bana yetecek bir öğüne;
Evimin küçük olması mesele değil;
İnsan aynı anda tek odada uyuyabilir.
Birçok atımın olmaması önemli değil;
İnsan aynı anda tek bir faytona bilebilir;
Tüm insanlar arasında benim kadar şanslı olanı
Herhalde on kişiden yedisidir.
Yüz kişiye bakın, benim kadar mutlu olan
Tek kişi bulamazsınız.
Başkasının işi olunca herkes dahidir
Kendi işi olunca bilgeler bile yanılır.
Kimseye kalbimi açmaya cüret edemem
Bu yüzden sözlerim, yeğenlerime ve kuzenlerimedir.

Aristo ve ekolünün suratının asıldığını, Stoacıların, Sufilerin, Doğu bilgelerinin ise memnuniyetle gülümsediklerini görebiliyorum.

cc

Yabancı mı Zorba mı ?

Ne zaman çalışma masamın başına geçsem, mütevazi kitaplığımın rafından bana sorgulayıcı ve müstehzi  bakışlar fırlatan iki kitap görürüm. Med-cezir halindeki ruhum, çaresiz ve yorgun bir şizofren gibi ya gamsız ve umarsız kahkahalar atıp danseder ya da dış dünyaya bağlanan sinirlerini keserek maskeler ardından boş gözlerle mış gibi yaparak dünyayı seyreder. Ömrümün hatırı sayılır yıllarında, ruhumu üretim bandında, kafamı ise çoğunlukla renksiz bir hayatla ve kendini amansızca tekrar eden saçma bir felsefeyle öldürmüşümdür, itiraf ediyorum. Hep yaşama susuz kaldığımdan olacak gözlerimi kaçırmışımdır o bakışlardan.

“Bugün annem ölmüş. Belki de dün, orasını pek bilemeyeceğim.” diye başlar Camus meşhur romanına. Kapakta belli belirsiz “orda olmayan adam”ın silueti, sisler içinde. Yabancı’yı düşündüğümde aklıma hep Oğuz Atay’ın gelmesi bir tesadüf değildir. Tutunamayanlar Yabancı’dırlar aynı zamanda. Ve sonrasında çağrışımlar birbirini kovalar. Geçmişimize dönüp baktığımızda, hayatımızın büyük bir bölümünün bu hissizlik, tepkisizlik, aynılık, umarsızlık, kabullenilmişlik çaresizlik ve sindirilmişlik içinde, başkalarının acılarına bakarak ve yitirilen yılların ardından gözyaşı dökerek geçtiğini görür, içimizi acıtırız. Yaşanmışlığımızı kurtarmaya gelir o zaman şahitlerimiz. Dosta döner, kimi zaman yalvaran, kimi zaman yakaran gözlerle, sabırsız, telaşlı ve soluksuz Ben Yaşadım, değil mi diye sorarız, cevabını bile beklemeden, gizli bir korkuyla. Hep varolmaya çalıştığımızdan, ölümden ölesiye korktuğumuzdan.  Ama dost bizi üzmediği için dosttur.  Egomuzu sürekli okşadığımız ve okşattığımız sahte zevkler dünyasında kendimize ne kadar acımasız olabiliriz sorusu çok yersiz durur, tıpkı kanatmadıkça kendimize gelemeyeceğimiz gerçeği gibi. Oysa ki;
“Yoksullaşman gerek
ey kafasız bilge
sevilmek istiyorsan    
yalnızca düşmüşler sevilir
yalnızca açlara verilir sevgi
önce kendini armağan et gitsin” der pos bıyıklı sert filozof.
İçi kanarken gülebilmek, kendini armağan etmeye karşı en büyük silah budur işte. Truman Show’un son sahnesinde binlerce gizli kameraya dönüp alın bu sahte dünyanızı da başınıza çalın diyen bir gülümseyiş atarak reverans yapması, kendini armağan etmeyip Platon’un mağarasından dışarı merak ve iştahla çıkarak güneşi keşfeden mahkum gibi gerçek dünyaya açılması, güneşten gözleri kamaşırken ben buradayım ve asla bir Yabancı olmayacağım diyerek haykırması, insanı vareden kanayan bir  gülümseyiştir.
  
Ölümcül soru şudur: “ Nasıl olur da, insanın evreni kendi içinde gözleri önüne sermesi gibi yüce bir güç varken, ne zaman bağlarının, ne mekan kösteklerinin cenderesine girmeksizin dolaşmanın engin zevki varken, herşeyi kucaklayabilmek, herşeyi görmek, dünyanın ucundan eğilerek öteki dünyaları sorguya çekmek, Tanrı’yı dinlemek zevki varken, nasıl olur da bunlara kimi zaman daha açık renk, kimi biraz daha koyu renk etlere, kimi daha az, kimi daha çok yuvarlak biçimlere karşı duyulan gelip geçici, hasta hayranlıkları tercih” ederiz ? Cevabı soru gibi gözükenin içinde saklıdır: Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu. Kör talihin sapanlarına, oklarına zihninde tahammül göstermek mi daha mertçe olur, yoksa kaygıların ummanına karşı silahlanıp onları yok etmek mi ? Ölmek: Uyumak. O Kadar ! Bir uykuyla kalp üzüntüsünü, tabiatın bedene miras olarak verdiği binbir acıyı sona erdiriyoruz diyebilmek, candan gönülden istenecek bir son olur. Ölmek: Uyumak, belki de rüya görmek ! Bu fani kalıbı üstümüzden sıyırıp attıktan sonra, o ölüm uykusunda kim bilir ne rüyalar görürüz düşüncesi bizi durmaya mecbur ediyor. Yaşamak felaketini uzatan işte bu düşünce. Yoksa-insan bir hançerle kendi işini kendi halledebilirken- zamanın sillesine, hakaretlerine, zalimin haksızlıklarına, kendini beğenmişin küstahlıklarına, karşılıksız kalan aşkın ıstırabına, kanunun ihmaline, mevki sahibinin kibrine, sabırla gösterilen liyakatin değersizlerce hor görülmesine kim tahammül ederdi ? Meşakkatli bir hayatın yükü altında inleyip ter dökmeye kim razı olurdu ? Ne çare ki, ölüm- sınırlarını aşan yolcularından hiçbirinin geri gelmediği o bilinmez ülke- ardında da belki birşey vardır korkusu, zihnimizi şaşkın ederek bizi bilmediğimiz musibetlere düşmektense, içinde olduklarımıza tahammül ettiriyor. Düşünmek, işte hepimizi böyle korkak ediyor, azmin gürbüz rengi tereddüdün soluk gölgesiyle hasta bir renk alıyor. ”              

Zorba, Kazancakis’in zorbalıkla alakası olmayan kahramanın adı. Hiçbir şöhreti, düşkünlüğü olmayan, ama bütün şöhretlere sahipmiş gibi çalışan, insanlardan uzak yaşayıp, onları delicesine seven ve onlara ihtiyacı olmayan, şaşıran, şaşırtan ve Orada olan adamdır ! Orada olmak farkında olmaktır. Kitabın diğer kahramanı “Yabancı” yazarla “her insanın bir cenneti vardır, senin cennetin kitaplar ve mürekkep damacanlarıyla dolu olacak” diyerek hafifçe dalgasını geçer. Yazmak evet belki de yaşamadıklarından intikam almaktır. Zorba intikam hissetmez,  çünkü hayatı tüm zerresine kadar yaşar. Bizi köleleştiren, adeta bir makina dişlisine dönüştüren üretim sistemini ne güzel tarif eder:
“ Sen bir toprak çamuru alıp ondan ne istersen yapmanın ne olduğunu bilir misin ? çark fırr der, çamur şeytan çarpmış gibi döner ve sen onun başında şöyle dersin: sürahi yapacağım, tabak yapacağım, kandil yapacağım, şeytan yapacağım ! Ben sana derim ki, bu insan olmak demektir. Yani: Hürriyet ! “
  
Sadece dans etmek onun acısını dindirebilir ve Cibran’ın dediği gibi “filozofun ruhu kafasında, ozanın ki yüreğinde yaşar, şarkıcının ruhu gırtlağında gezinir ama rakkasenin ruhu tüm bedenindedir.” Zorba’nın ruhu bedeninin tüm hücrelerinde neşe, hüzün ve çoşkuyla danseder. Filminde, o müthiş sirtaki müziğiyle dansederken kendinden geçen Zorba’yı seyrederken kıskançlık ve hayranlık duygularımı kontrol edemem. Öyle dansedebilmeyi çok isterdim.

Hayatı anlamaya çalıştığım aymaz yıllarda “ Aristo’mu  Buda’mı “ diye sorardım kendime. 1-0 mantığı mı hayatı daha iyi yanıtlardı yoksa bulanık mantık mı ? Yolun yarısına geldiğim bu yaşımda yaşamak ağır basıyor ve aslında cevabını bildiğim başka bir soru soruyorum bu kez  : Yabancı mı Zorba mı ?
   
İşte o anda, Zorba’nın beni sirtakiye çağıran çoşkun sesi çınlıyor kulağımda.
Ayağa kalkıyor ve sevinçle kollarımı açıyorum.
Müzik başlıyor...
     
cc

1 Kasım 2012 Perşembe

Hafızamızın saklı kütüphanesi


“Kendim ve dostlarım için ve zamanın akışını yumuşatmak için yazıyorum.” Borges’in Kum Kitabı adlı öykü kitabını tam 17 yıl önce üniversite son sınıfta iken okumuştum. Üstelik tırnak içindeki cümleyi önemli bulmuş olmalıyım ki altını çizmişim. Yıllar içinde bu cümle beynimde sahibini yitirmiş ve “yumuşatmak” kelimesi “yavaşlatmak” kelimesi ile yer değiştirmiş, cümle beynimin kütüphanesinde “zamanın akışını yavaşlatmak” olarak yer almış ve cümlenin asıl sahibi Borges yerine de Tolstoy’u uygun görmüştü. Cümle Tosltoy’un “Sanat Nedir” kitabında idi. Tabiat nasıl ki boşluktan hoşlanmıyor ise beynimizde belki de akıl sağlığımız için kendi sınıflandırmasını kendisi yapıyor, hafızamızın raflarını kendince düzene sokuyor. Yıllarca Borges’in sözünü Tolstoy’a atfederek ahkam keserken her ikisine de haksızlık etmişim. Ancak bunu beynimin işlediği en masum suçlardan saymalı. Gözlerimi kapatıp hafızamın kütüphanesinde Borges’in Kum Kitabının içine, sahip olduğu yere koyuyorum cümleyi yıllar sonra. Hafızamızın o emsalsiz kütüphanesinde daha böyle ne kadar sahibini kaybetmiş cümle, anı, yüz, isim vb. var, nasıl bilebilirim ?  
Beynimizin bu koruyucu-kollayıcı oyunu “insan olmak istediği gibidir” aforizmasına da bir açıklama getiriyor. Beynimiz biz nasıl olmak istiyorsak farkında olmaksızın hafıza kütüphanemizi kendince düzenleyerek yıllar içinde aslında olduğumuz insandan çok olmak istediğimiz insana dönüştürüyor bizi. Olan ile olmak istenen arasındaki farkta böylece ortaya çıkıyor. Egosunun kurbanı bir sosyalist, paragöz çıkarcı bir Müslüman, zalim bir Budist…Kütüphanemizdeki olaylar, cümleler, nesneler…bir sarsıntı ile gerçek yerlerini bulsalar daha mı mutlu olurduk acaba ? Dostoyevski’nin dediği gibi : insanın kendinden bile sakladığı sırları vardır. Peki bunu da mı Dostoyevski söyledi ? Biz ne kadar “olan” yahut “olmak istediğimiz”iz ? Ne kadar gerçek ne kadar hayaliyiz ? Kütüphane raflarımızı birer birer elden geçirebilsek kim bilir nelerle karşılaşır nasıl da şaşırırdık. Belki de bir ihanetin hala kanayan yarası derhal iyileşir, bir aşağılanma övgüye, nefret sevgiye dönüşürdü. Muhasebe dediğimiz hafızamızın raflarından kitapları indirerek içine tekrar tekrar bakmak demek. Korkarak açtığımız kalın ciltli tozlanmış bir kitabın içinde belki de tek bir cümlenin dahi yazmadığını görmek ! 

18 Ekim 2012 Perşembe

mutluluk haddini aşar mı ?

Montaigne’in Denemeler’ini okuduğum andan itibaren birçok insana musallat olan delice monologlar ve Montaigne ile zaman ve mekan dinlemeyen hararetli diyaloglar bana da musallat oldu. “Mutluluk bile haddini aşarsa azap olur” aforizması da Demokles’in Kılıcı misali tepemde sallandı durdu yıllar boyu. Ne zaman mutluluk hakkında düşünsem hemen karşıma eli belinde Nemesis gözleriyle Montaigne dikildi ve tüyler ürpertici o kadim soruyu sordu: Hadi söyle bakalım, nedir mutluluk ? Geciştirilerek verilecek bir yanıt yoktu kuşkusuz. Montaigne’in alaycı gülümseyişi ise kimi zaman tüm umutlarımı söndürüyor kimi zamanda beni sorunun cevabını araştırmam için tahrik ve teşvik ediyordu. Mutluluğu tanımlayamadan yaşamın kendisini tanımlamak ne mümkündü. Zaman beni sürükledi, yıllar yılları kovaladı. Bense hep aynı soru etrafında takılı pilak misali dolandım durdum. Montaigne peşimdeydi, bana rahat yoktu.
Anita Ekberg’in Trevi çeşme sahnesiyle hafızalara kazınan bir Fellini fimi olan La Dolce Vita’yı yeniden seyrettiğimde bu sorunun sadece benim için değil herkes için açıkta ya da örtük bir sorun teşkil ettiğini tam olarak idrak ettim. Paparazzo adındaki bir paparazzi’ye dayanarak Paparazzi kelimesini de dağarcığımıza yerleştiren bu filmde , bir bulvar gazetesinde çalışan Marcello’nun yaşamı üzerinden Roma’daki yaşam, Fellini’nin gerçekçi şiirselliğiyle ve tüm acınasılığıyla gözler önüne serilir. Burjuva dostu felsefeci Steiner’ın , huzur içinde uyuyan çocuklarının yanı başında Marcello’ya söyledikleri kadim sorunun bir tarifidir adeta: “ Bazı geceler oluyor ki, bu karanlık bu sessizlik beni boğuyor. Huzur beni korkutuyor. Huzur beni her şeyden çok korkutuyor. Bu sessizlik ardında cehennemi gizleyen gizli bir maske gibi geliyor. O zaman çocuklarımın geleceğini düşünüyorum. Dünya harika bir yer olacak deniyor. Bir telefon görüşmesi her şeyi sona erdirmeye yetecekken, bu nasıl olabilir, anlayamıyorum. İnsan tutkulardan, her türlü duygudan uzak yaşayıp kendini güzel bir sanat eserindeki uyuma vermeli. Evet, o büyüleyici uyuma ! Zamanın dışında yaşayacak kadar, her şeyden uzaklaşacak kadar çok sevmeyi öğrenmeliyiz.” der gülümseyerek ve aniden endişeli bir ifade alır yüzü “buna mecburuz! “. Bahsedilen telefon görüşmesi Stanley Kubrick’in Dr.Strangelove filminde de alaycı bir ironi ile anlattığı nükleer savaşı başlatan telefondur. Evet, reklamlarda söylendiği şekliyle, nükleer savaş bir telefon kadar yakındır bize. Sahip oldukları boğar Steiner’ı, evi, kitapları, şatafatlı hayatı, o hayatın konforu, güzel, anlayışlı ve sevecen karısı, mis kokulu ve canından da çok sevdiği çocukları, yıllardır bilgi ve anılarla içini doldurduğu imgeleri.  O sahip olduğunu sanma yanılgısının tam bilincinde, yanı başında saçlarını kokladığı evladının her an kendi istemi dışında yok olabileceği düşüncesi etrafında takıntılı dönüşlerin yarattığı gerilimden kurtaramaz kendini. Huzurun kendisinden, dolayısıyla huzuru yaratan ne varsa her şeyden uzaklaşmak gerektiğinin, varolmak için yokolmanın zorunluluğunun ayırdındadır. Sarkacın bir o yana bir bu yana salındığı bu farkındalıklar ve yanılgılar dünyasında Steiner “sessizlik ardında cehennemi gizleyen” mekana belki de istemeyerek dalar. An’daki uyumu yakalayamaz, kendini duygularından arındıramaz. “Mutsuzluğun tohumu, mutluluğun yüreğinde gizlidir” der Milan Kundera müthiş Şaka adlı romanında. Steiner’in mutsuzluk tohumu çiçeğe dönüşür mutluluğun yüreğinde. Önce çocuklarını sonra da kendini öldürür. Steiner bir şekilde eşiği aşar. Steiner’in intiharı yanıtsız bırakılan soruların karanlığındadır.

İş Yerinden Neden Dost Çıkmıyor ?


1- Kimliklerin ünvanlar ve nesneler aracılığıyla ifade edilmesi iş yerindeki ilişkilerimizin samimiyetini baltalıyor. Bir insanla değil, genel müdür imgesiyle, ticaret müdürü imgesiyle, artık o statünün içini hangi imgelerle dolduruyorsak o görüntüyle iletişim kuruyoruz. Her ünvana farklı bir dil kullanıyor, her dilde farklı bir kişilik oluyor, kişiliğimizi Teoman’ın şarkısı gibi paramparça ediyoruz.  

2- İş yeri ideolojisi deontolojik, pragmatik ve makyavelisttir. (Breh, breh...) Herkes, herşey, her durum bir araçtır. Yeter ki bereket tanrısı CEO’nun verdiği hedefe bir ekip ruhuyla koşalım...Kullandığımız araçların, bu yolda feda edilenlerin bir ehemmiyeti olmaz, olamaz, gerisi sadece teferruattır. Oysa ki sonuçlar araçlarla bir bütündür. Araç mutsuzluk üretiyorsa amaç da mutsuzluğu bilinçsiz olarak sürdürür.     

3- Koltuk az, aday fazla olduğundan kanlı rekabet kaçınılmazdır.Rakipler hakkınız olan statüye göz dikmiş kendini bilmezler güruhudur. Bizans oyunları erkeklik kadınlık dinlemez. Dedikodular, yüze gülüp arkadan vurmalar genel kuraldır. Herkes kendi bölgesini belirler ve o bölgede tek hakim olmak ister. ( Köpeğimde her gün gezdirirken hakimiyet alanını belirlemek için heryeri koklar ve işer. O kadar sidiği nerden bulur bilmem !)          

4-   b = ( z+y+ç) x v
b= başarı
z= zeka
y= yetenek
ç= çevre
v= vizyon

Formüle göre başarı için, akıl, yetenek ve çevre şart. Ama olmazsa olmaz çarpan vizyondur. Çevre için (networking), benliğin sığınakları birer birer taranır:  cemaatler, masonik örgüt ve dernekler, tarikatler,aşiretler ve biat edilir. Özden çok şekil değer kazanır, anlam bir kenara atılır. Burada sözkonusu olan aidiyetten ziyade grubun menfaat pastasından bir pay kapmaktır. Eşittirin sol tarafı amaç olduğundan sağ tarafı araçlara dönüşür. Çevrenin içeriği arkadaşlarda bu şekilde araçlaştırılır. Araçlar  sonuçlardan ayrılarak hükümsüzleştirilir. Bu şekilde dostluk kavramı içi boş bir arkadaşlığa dönüşür.   

Modern dünyanın modern insanlarının etrafında tavaf ettikleri bir diğer formülse şöyledir;
b=y+c+z+a
b=başarı
y=yaratılık
c=cesaret
z=zeka
a=akıl sağlığı

Bilinç altımız modern dünyada her başarılı addedien insana bu özellikleri otomatik olarak yükler. Başarı bu yüzden tapınılası, kutsal bir put haline dönüşür. Bu puta sahip insana sinsice yaklaşırız, gizli menfaatlerimizle. Samimiyetten, insaniyetten uzak. Karşımızdaki birazcık akıllı ise farkına varır bu mış gibi yapmacıklığın. Gardını alır.      

5- Ofisin ruhu ”...karşılaşılan nesnelerden heyecan duymak, düşüncelerle canlanmak, kurt benzeri bir yüreğe ve tilki gibi bir akla sahip olmak, insanları aldatmak ve dolandırmak, yetkeye bağlanmak, dalkavukluk etmek için onaylamak, ün peşinde koşmak, kar elde etmek, gerçeğe sırtını dönmek, yanlışın peşinde koşmak, aydınlanmadan yüz geri etmek ve değersizlere katılmak...”tır*. Bu özelliklere sahip derinlikten yoksun bir ruhun, saf bir derinlik gerektiren dostluğu yaratabilmesi imkansızdır.

6- Maskeli balodayız ve onun sahte yüzlerine bakıyoruz:
Öpücükler hançerlidir, gülümseyişler hummalı, bakışlar aynalı, dokunuşlar plastik...
Kahve ve alkol olmadan bu ikiyüzlülüğün ruhumuzu dört bir yanından geren işkencesine tahammül etmek zordur.  

7- “Düşünmek, işte hepimizi böyle korkak ediyor, azmin gürbüz rengi tereddüdün soluk gölgesiyle hasta bir renk alıyor. “  

7- Göller bölgesinin adaları: Nadiren de olsa kurtlar sofrasında kirlenmeden kalabilmiş, anı yaşayabilen, yüreğindeki çocuksuluğu yitirmemiş insanlara da rastlanır. Ola ki böylelerine rastlarsanız bilin ki nesilleri tükenmek üzeredir bunların. Derhal ihtimamla koruma altına alın.  

Bu Blogda Ara