Canimus surdis: Sağırlar için şarkı

4 Şubat 2018 Pazar

SEVDAM BENİM KÖR NEŞEM-1

Kaşlarını böyle uzatıp parmaklarıyla buranlar, muhakkak bir kötülük taşırlar geçmişlerinden dedi Raşit, salına salına camiden çıkıp Kıraathanenin önünden geçerek evine giden Hayır Bey’e bakarak. Gerçek acıtır ama bu hayatın tek gerçeği de budur işte, “herşeye, en iyi şeylere bile akşam iner sonunda”.  Ben bu gerçeği anamı ellerimle mezara koyarken, imam tepeden gözlerimin içine bakıp okuyacağı Fatiha için benden para dilenirken öğrendim. Biz aynı tanrıya inanmıyoruz, aslında hiç inanmadık. Anasını yitiren evlattan, dua parası dilenen Tanrı’yı öldürür. Onu çarmıha çivileyenler, kendine cennetin bol bakireli bahçelerini layık gören yahuda imamlardır. Raşit’in saçları kar yağmış gibi bembeyazdı, zamanın pek merhametli davranmadığı yüzü, yüreğinden gözlerine yansıyan ateşi gizleyemiyordu. Filtresiz Birinci marka sigarasını çıkarıp kahve fincanının yanına koydu. Kahve, yüzyılların verdiği terbiyeyle acelesiz, saygıyla ve yavaş yavaş içilmeliydi, aksi geçmişe küfür sayılır, hakarete girerdi. Kahve, yarin dudağı, öpülen memesiydi, isyandı, intizardı, iste tam da bu yüzden koca bir günahtı. Telveler damağına yapıştığında Raşit karşı masadan Kapusuz İsmail’in kendisine nefretle baktığını gördü. Erzurumlu bir Şafii olan imam Hayır Bey için zevk veren her şey günahtı, öyle ki kahve bile  “külli muskir hamr ve külli muskir haram”dı. İmam’ın adeta bir kulu olan Kapusuz’un sorgusuz sualsiz kabul ettiği “gerçekler” için akla gelemeyecek kötülükler yapabilecegini bilen Destan, her defasında yapma bre Raşit, gitme adamların üstüne diyerek endişelenirdi. Destan Raşit’in çocukluk arkadaşı, hayattaki biricik dostuydu.  

Hayır Bey hutbelerinde sadece zevk veren içkilerin, içeceklerin günahından bahsetmiyordu. Seksi, cima, zina gibi kelimelerle yargılıyordu. Bu kelimeyi duyduğunda tüyleri diken diken oluyor, gözleri ateş topuna dönüyor, vücudu alev alev yanmaya başlıyordu. Hayır Bey, çocuk yapmak amacı dışında seksi, amacı sadece haz olacağı nedeniyle reddediyor, Nur gibi seks filmleri oynatan sinemalara giden öğrencilerini – başta da Destan’ın oğlu Yakup’u sıkça falakaya yatırıyordu. Adı üstünde hayata karşı topyekün koca bir HAYIR’dı, realitenin karşısına geçen ve dur geçemezsin diye umarsızca haykıran bir Deli Dumrul, mahallenin engizisyon başıydı. Yakup, Slyvia Kristel’i, Edwige Fenech’i ya da Ajita Wilson’u hayal ederek mastürbasyon yaparken Hayır Bey’den yiyeceği dayakları tabii ki aklından bile geçirmiyordu, doğrusu ya, o dayaklara değiyordu. Tüm yaz boyunca Kuran Kursuna gittiği halde Elif Be’yi bile geçememiş, sınıfta kafasına yediği sopadan sonra da Kuran’ı öğrenmeyeceğine gizliden gizliye yemin etmişti. Yakubun aklını kurcalayan daha mühim meseleler vardı zaten. Aile filmlerinin oynatıldığı açıkhava sineması olan Yüksel Sineması’ndaki filmlerdeki kadınlarla, seks ve karate filmleri gösteren Nur Sinemasındaki filmlerde oynayan kadın karakterilerin kişilikleri hayatının uzunca bir bölümünde çözülmesi gereken ciddi bir bilmece olarak varoldu. Açıkhava sinemasında, sevişen genellikle Bizanslı kraliçelerle Kara Murat oluyordu ve bu kadınları hep kötü bir son bekliyor oluyordu. Oysa Nur Sineması’nda seyrettiği Arzu Okay’lı filmlerde, seksi  sıradan, işinde gücünde, namuslu kadınlar yaşıyor, üstelik bundan da hiç utanmıyorlardı. Bu filmlerin detaylı çekimleri de adeta bağımlılık yaratıyor, yapılanlar genelde hep aynı şeyler olsa da cazibesini hiç kaybetmiyordu. Bu detaylar ilerleyen aylarda Yakup’un ilgisini Bizans filmlerinden bu filmlere yönlendirdi. Seksin bir günah olmadığını anlaması için yılların geçmesi gerekecek, bilmece ise ise yavaş yavaş ve kendiğinden, zevk veren güzellerin hamarat dudaklarında, memelerinde, ellerinde eriyip gidecekti.

Raşit yaşama sanatını bilen, söz ve eylem, dürüstlük, insalcıllık ve adalet duygularıyla okyanusta yalnız bir ada gibiydi. Adil olmayan insalcıl olabilir miydi? Raşit’e göre bilgi uyandırıcı olmalıydı, oysa Hayır Bey uyutuyor, düşüncenin önüne set çekip düşünme özürlüsü olan bir cemaati düşünceye, aşka, paylaşmaya karşı kışkırtıyordu. Namaz Hocası kitabının best seller olduğu bu mikrokozmosda, gül suyu kokuları arasında gerçeği bildiğini sanan cemaate gerçeği aramaktan bahseder, Tanrı’ya ancak onu arayarak hizmet edebileceğimizi, ancak bu şekilde dürüst olabileceğimizi söyleyerek insanların kuşkulu ve öfkeli bakışlarına maruz kalırdı. Tanrı’yı düşünceyle arayarak bulmanın imkansız olduğunu kendine itiraf etse de, tersinin Tanrı’ya karşı ahlaki ve dürüst bir davranış olmayacağını söyler, bu şekilde boyun eğerek cennete gitmektense, düşünceleriyle cehenneme gitmeyi daha doğru bulurdu. Onu, bu dürüstlüğü ve onurundan ötürü cehennemde yakacak bir Tanrı’ya saygı duyması nasıl sözkonusu olabilirdi ki ? Us bir orospudur aforizmasına karşı us bir orospu olmak zorundadır demek, bu müslüman mahallesinde, yaşanılan o günlerde adeta ölüm davetiyesi çıkartmak gibiydi. Ülkücü ve devrimci gençler arasında kimin başlattığının bir önemi kalmamış bu lanet çatışmaların durdurulamaz duruma geldiği o günlerde, ağızdan çıkacak biz söz ölüm gerekçesi olabilirdi. Raşit, aklın her düşünceyle yatan bir orospu olduğuna inanmakla kalmıyor, bunun bir zorunluluk olduğunu söylüyor, böylelikle göller bölgesinde bir ada olarak affedilmez bir günah işliyordu. Felsefenin deccal ilan edildiği bu çevrede en aykırı filozofların orjinal kitaplarını getirtiyor, namaz hocasının yanındaki vitrinde başköşeye koyuyor, cemaat ise Tanrı öldü diye vitrinden bilgece gülümseyen hüzünlü Nietzsche’nin önünden farkında olmaksızın camiye gidiyordu. Kitaplarına sevgiyle bakan bu münzevi ve yürekli adam, tıpkı Makyavelli gibi en güzel elbiselerini giyerek kitaplarıyla buluşuyor, adeta önlerinde her gün eğilerek yalnızlığını paylaşan dostlarına saygısını sunuyordu. 1961 yılında Almanya’ya işçi olarak gittiğinde bir kitapçı önünden geçerken vitrine bakıp içeri girmesiyle karşısında beliren engin bilgi dağını gördüğünde Almanca’yı hemen öğrenmesi gerektiğini anlamıştı. 6 yıl süren kısa gurbet günlerinden kendisine yadiğar kalan okuyup anlayabildiği bir Almanca ve kırılmış bir kalpti. Hayatında bir dönüm noktası olarak gördüğü bu dönem, onun uykudan uyanıp gözlerini hayretle açtığı bir dönemdi. Alman filozofların, şairlerin yazdıkları karşısında hayretlere düşüyor, bu filozofları kendisinin öğretmeni belliyordu. Yurda kesin dönüş yaptığında da biriktirdiği parasıyla şimdiki dükkanını alıp kitapçı yapmıştı Hacı Bayram’da. Ankara’lı dindar insanların akın ettiği bu mekan, birçok yerde olduğu gibi kutsallığını Roma döneminden gelen Hıristiyan kültüründen alıyordu. Eski şehrin etrafında gelişen kişiliksiz ve ruhsuz beton kent, buranın gerçeğini görmezden gelerek yok sayıyor, arka bahçede farklı bir öteki kültür kendi kendine, ortodoks bir şekilde sessiz sedasız büyüyordu. Tanrı’yı sev diyen kültür , Tanrı’dan kork diyen kültür tarafından ablukaya alınmıştı. Her yerde cehennemin yakıcılığından bahsediliyor, gencecik beyinlere adeta tecavüz ediliyor, kin pompalanıyordu. Birbirinden habersiz yaşama telaşındaki sıradan insanlar adeta lanetli bir gülyabaniden bahseder gibi tiksintiyle ötekini kötülüyor, aradaki uçurum her geçen gün daha da açılıyordu. Tanrı ve cehennemi bahane ederek elinde hançerle yüzlerce yıldır gözü dönerek kan arayan bir gelenekti bu. Güzelim kutsal mekanlar din adına “kafirler”e yapılan mezalimleri tereddütsüz onuyor, cennette yer böylece rezerve ediliyordu. Bu topraklarda “yeniden doğum” hep erken doğumla son buldu. Yeşeremeden, dallanıp budaklanamadan, kök salamadan, güneşe uzanamadan soldu. Gerçekte vitrinde kitabı duran, deli bakışlı, tuhaf, palamsı bıyıklı, rahatsız bakışlı adamın Tanrı Öldü dediğini duysalar Raşit’in o mekanda tutunması, hatta yaşaması dahi söz konusu olamazdı. Yakup, Raşit’in bilgi mabedine lapa lapa kar yağan bir kış günü girdiğinde henüz 15 yaşındaydı ve o günü hayatının sonuna kadar da hiç unutamadı. Duvarlar boylu boyunca kitaplarla doluydu. Kapının her iki yanında felsefe, tarih, edebiyat kitapları sanki birbirleriyle sohbet ediyorlarmışçasına iç içeydi. Duvarlarda daha önce hiç görmediği insanlara ait muntazam düzgünlükte sıralanmış resimler asılıydı. Kapının sağ çaprazındaki çalışma masasının üzerinde kitaplar üstüste, adeta heyecan ve şehvetle açılmayı bekliyordu. Dükkanın tam ortasındaki çini dökme soba, halinden memnun acelesiz dükkanı ısıtıyor, üstündeki çaydanlık keyifli keyifli ıslık çalıyor, demini yeni almış çayın taze kokusu bu kutsal mekanı tütsülüyordu. Resimleri birer birer gözleriyle taradı Yakup, eski bir albümde tanıdık birini arar gibi. Tanımlayamadığı bir hüzün, yalnızlık, farkındalık ve melankoli vardı yüzlerde. İçlerinde biri özellikle dikkatini çekti, saçları karışık yaşlı bir adam muzip bir şekilde dilini çıkarmış kendinden beklenmeyen anlaşılmaz bir şekilde objektife çocukca poz vermişti. Raşit daha sonra bu adamın hikayesini uzun uzun anlattı, al bakalım buna da bir göz atıp anlamaya çalış dedi, İzafiyet Teorisi zor bir konu olsa da olabilecek en basit şekilde anlatmış. Masanın hemen arkasında diğer resimlerden ayrı bir şekilde yanyana duran 3 fotoğrafa yaklaştı. Fotograftaki kişilerin sağda ve solda duranlarının her ikisi de yaşlı ve sakallıydı, ortada ki fotoğraftaki keskin bakışlı adamın ise solcular gibi ağza giren bıyıkları vardı. Altlarındaki isimleri oku. Tolstoy, Nietzche-söylerken dili dolandı ve Dostoyevski. Evet daha önce ilk ve son ismi duymuştu ama bu tuhaf isimli adamda neyin nesiydi ? Bu tuhaf üçlünün en sağında diğer fotoğrafların en başındaki resimin altında bir yazı dikkatini çekti. Fotoğraftaki kişi yaklaşık otuzlarında, kemikli burunlu, uzun dalgalı saçlı, sanki ne olduğunu anlayamamış gözlerle belki de biraz istihza ve gururla bakıyordu. Altındaki yazıları okumak için fotografın yanına yaklaştı. Satırları önce yavaş yavaş okumaya başladı, okudukça gözleri büyüdü, son noktaya gelince tekrar başa dönüp birkaç kez daha okudu. Çağrışımlar düşüncelerimizi sürükleyen bir nehir değil miydi ? “Bütün bunları saygıdeğer hahamların huzurunda inceledikten sonra, onların da onayıyla, bahsi geçen Espinoza’nın İsrail kavminden ihraç edilmesine ve kovulmasına karar vermişlerdir. Meleklerin ve kutsal kişilerin hükümlerine dayanarak, Tanrının (O Mübarektir) ve kutsal cemaatin tamamının rızasıyla, kutsal kitaplarımızın ve içlerinde yazılı 613 buyruğun önünde, Baruch de Espinoza’yı ihraç ediyor, kovuyor, lanetliyor ve ona beddua ediyoruz. (...) Gün içinde kahrolsun, akşam kahrolsun; yattığında kahrolsun, kalktığında kahrolsun. Dışarı çıktığında kahrolsun, içeri girdiğinde kahrolsun. Tanrı onu hiçbir zaman bağışlamasın, Tanrının gazabı ve kıskançlığı hep bu adamın üzerinde tütsün; Yasa kitabında yazılı bütün lanetler onun üzerine olsun ve Tanrı ismini göğün altından sonsuza dek silsin. (...) Bilesiniz ki, kimse onunla sözlü ya da yazılı iletişim kurmamalı, kimse ona hizmet etmemeli, kimse onunla aynı çatı altında bulunmamalı, kimse ona dört arıştan fazla yaklaşmamalı, kimse onun yazdığı herhangi bir şeyi okumamalıdır.”  Daha önce benzer satırları hiç okumamıştı. Şaşkın bir şekilde tekrar tekrar okudu, kahrolsun, kahrolsun, kahrolsun...Bu nefret, ucuz boyalarla gelişigüzel ve  telaşla duvarlara yazılan Kahrolsun Faşizm,  Komünizm, Emperyalizm sloganlarıyla ne kadar da benzerdi. Yahudi Cemaatinin Dinden ihraç ettiği şahıs Spinoza’ydı. Raşit ondan bahsederken adeta gözleri parlıyor, bu adam Batı felsefesinin Everesti’dir diyordu. Beddua Yakup’u bir anda Hayır Bey’in önceki gün verdiği Cuma hutbesine götürdü. Hayır Bey’in anlattığı hikayeye göre Ebu Leheb’in oğlu Uteybe, Tebbet suresi gelince, Resulullah efendimize hakaret etmiş, Resulullah da çok üzülüp, ya Rabbi buna bir canavar musallat et demiş, Ebu Leheb’in oğlu Uteybe Şam’a giderken, bir gece, bir aslan gelip uyuyan arkadaşlarını koklayıp bırakmış, sıra Uteybe’ye gelince de onu parçalamış. Peygamber’in bir insanı sırf ona hakaret etti diye beddua ederek Allah’ın yardımıyla parçalattırmasını Yakup bir türlü aklına yatıramamıştı. Resmin altındaki satırlarda çözemediği cevabın saklı olduğunu hissetti. Bu coğrafyada en büyük bedduanın bilmek, düşünmek olduğunu çok değil 1 yıl sonra Mamak Hapishanesinde acı içinde inlerken anladı Yakup. Okumayanlar, bilmeyenler, görmeyenler, duymayanlar, konuşmayanlar, paylaşmayanlar, sevişmeyenler yataklarında huzur içinde uyurlarken o daha kız eli değmemiş taze çıplak evlat tenine elektrikler salınıyor, titreyerek sarsılıyor çaresizce ama öfkeyle inliyordu. Destan o gün Yakub’u Raşit’in kitap dükkanına gönderdiği için kendini hiç affetmedi, söylemese de o düşünceleri çocuğun kafasına Raşit’in soktuğunu düşünüyor, sonra da bu haksız düşüncesinden ötürü kendinden utanıyordu. Jandarma Yakub’u götürdükten sonra Destanın koca bedeni günlerce uykuyu tada
madı. Altındağ’ın ahşap gecekondusunda tahtaları gıcırdatarak sabahlara kadar volta atıp, sabır çekti, oğlunun çıkacağı günü bekleyip dua etti.

Raşit, Destan’ın getirdiği kahveyi bitirdiğinde, Kapusuz İsmail homurdanarak kıraathaneyi terk etmiş, caminin yolunu çoktan tutmuştu  bile.

Hiç yorum yok:

Bu Blogda Ara