Canimus surdis: Sağırlar için şarkı

31 Mart 2018 Cumartesi


MI5, CICERO ve Normandiya: İstihbarat savaşları

İstihbarat servislerinin film endüstrileri ile yakından çalıştığına şüphe yok, zira sinema hala en güçlü propaganda araçlarından biri. Bu aracı kullanmada da Amerikan ve İngilizlerin çok başarılı olduğu su götürmez bir gerçek.

Özellikle 2017’de çekilen, İngiliz ve Fransızların Almanya karşısında en utanç verici yenilgilerinden biri olan Dunkirk filmlerinin bir zafer olarak servis edilmesi kaydadeğer. Ya da müthiş bilim insanı Alan Turing’in Almanların şifreleme sistemlerini çözerek onları nasıl alt ettiklerini anlatan filmi. 

  
İngiliz istihbarat servisi 2017 içinde gizli bir MI5 dosyasını kamuya açma kararı aldı. Bu dosya ikinci dünya savaşı esnasında Nazilere bilgi veren ya da verecek potansiyeldeki kişilerin (İngiliz aşırı sağcıları, İngiliz vatandaşı kimi Almanlar ya da Avrupa’dan kontrolsüz gelen mülteciler arasında sızan Gestapo ajanları vb. gibi) istihbarat kontrolünde örgütlendirilerek kontrol altına alınmalarını ve manipüle edilmelerini içeren “The Jack King Affair” gizli operasyon dosyasıydı. Bu operasyonu anlatan belgeselde ise MI5’in nasıl “kahramanca” bu faaliyetleri yürüttüğü ve Nazi Ordularını Avrupa’ya çıkarma yapılacak nokta konusunda nasıl yanılttıklarını anlatılmakta. Bu dosyanın İngiliz istihbaratı tarafından neden şimdi açıklandığı ise bilinmiyor. Yani zamanlama manidar. Çok yakında filminin karşımıza geleceği de çok açık. Ama asıl dikkat edilmesi gereken “Cicero” olayını herkesten çok iyi bilen İngilizlerin neden bunu görmezden geldikleridir. Bunun tek açıklaması beiki de hiçbir istihbarat örgütünün fiyaskosunun bilinmesini istemediğidir. O yüzden üstü örtülüyor olabilir. İngiliz istihbaratının karşı casusları yakalama konusunda en büyük fiyaskosu olan “Cicero” olayı, aslında İngilizlerin nasıl uyutulduklarının da en somut hikayelerinden biridir. Bu olayın Cicero takma adlı kahramanı (bu adı ona Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop vermiştir) Kosova kökenli Türkiye Vatandaşı Arnavut Elyas Bazna’dır. Ankara’da İngiliz Büyükelçisi’nin uşağı olarak çalışan bu uyanık “Türk”, savaşın en kritik dönemlerinde Büyükelçilikten çaldığı bilgileri Alman Büyükelçiliğinde casus olan Moyzisch aracılığıyla Almanlara satmıştı. Moyzisch savaş sonrası bu olayları anlattığı bir kitap yazmıştır. (Maalesef Türkçeye tercüme edilmemiş. İngilizce çok değerli bir baskısı da bende) Üstelik Almanlar Cicero’ya ödemelerini Sachsenhausen’da Yahudi tutsaklara ürettirilen sahte Sterlinlerle yapmıştı. (Bu arada Almanlar paraların basımında kaliteli Türk pamuğu kullanmışlar). Almanların sahte para basmadaki amaçları İngiliz ekonomisini çökertmekti. Ama anlaşılan o ki o paraları bu casus ödemelerinde de kullanmışlar. 

İngilizler savaştan sonra Cicero olayını öğrendiklerinde şok oldular. Ama Cicero’yu asıl önemli kılan müttefiklerin çıkartma yapacakları yerin bilgisini Almanlara vermesidir. Ve burası Normandiya’dır ! Daha sonra Hitler Müttefiklerin Normandiya’ya çıkartma yapacaklarını duyduğunda çocuklar gibi mutlu olmuştur (Bkz. Hitler Kitabı, NTV Yayınları). Almanlar doğal olarak Batı Cephesindeki sınırlı güçlerini buraya yığmışlar ve müttefik güçlere çok ağır kayıplar verdirmiştir. Cicero’nun varlığından bi-haber olan MI5’ten başkası değildir. 20th Fox Centuries savaş sonrası Cicero olayını James Mason’ın rol aldığı “5 Fingers” filmini çeker. (Çarpıtmalar olsa da 1952’ye göre fena bir film olmadığını söylemeliyim.)

Kimbilir belki MIT de arşivlerini kısmen açar ve bizde Elyas Bazna’nın aynı zamanda Türkiye’ye çalışan bir casus olup olmadığını anlarız.  Kahraman yaratma konusunda İngiliz ve Amerikalıların eline kimsenin su dökemediği bir gerçek. Ve bu kahramanları yaratanların propaganda savaşını kazandığı da ! 
Kıssadan hisse: Önünüze "bilgi" diye konulan her lokmayı yutmayın.   



1 Mart 2018 Perşembe


Kaplumbağalar, yollar hakkında tavşanlardan daha çok bilgi ve deneyime sahiptir.
                                                                                                                                             Halil CİBRAN

Performans Manyaklığı


Tavşan kelimesi doğrudan havuç kelimesini ve Pavlov’un köpeklerini çağrıştırır bende. Yediğim havucun sayısı bellidir, zıplayıpta ulaşamadıklarımın sayısını ise hatırlayamıyorum. Benim yeteneksizliğimden ziyade havucu iple zıplatanın kurumsal başarısı belirleyici. Havucun kaç santimlik bir iple ne zaman ve ne kadar zıplatılacağı deneğin maksimum zıplama yüksekliği dikkate alınarak İK Departmanları tarafından milimetrik hesaplanır. Mesafe umudunuzu kırmayacak şekilde, çoğunlukla parmaklarınızın ucuyla dokunabileceğiniz uzaklıktadır. Başınızı kaldırır umutla havucun sivri ucuna bakarsınız. Bu dokunuş bir sonraki zıplayışa kadar içinizde yeşeren bir umut olur. Umut, aldanmışlıktır, yıllar sonra anlaşılır.            

Tırmanıcılar tırmalamaktan yorgun, akşam geç vakitte eve döndüklerinde sevdiklerine verecek ne sevgileri ne de sabırları kalır. Herşeyi yönettiğini sanan ama enerjisini yönetemeyen bu zirveciler, yedikleri havuçların kalınlığıyla caka satarken önce kendilerinin sonra da çevresindekilerin en temel duygusal taleplerine dahi cevap veremezler. İç dünyaları sığ, farkındalık kapakları sonuna kadar kapalı bu testesteron canavarı alfatipler, maymun gibi acımasız, hırslı, hoşgörüsüz ve “başarı dangalağı”dır. Performans paniği de daha çok bunlar arasında yaşanır. Hayat rakamlar ve formüllerden ibarettir ve adeta düzülerek yaşanır. Günlük, haftalık, aylık, üç aylık, altı aylık ve nihayet yıllık satış kotalarının sonunda hep bir havuç vardır, lakin İsa’nın doğum günü tüm ihtişamıyla ufukta göründüğünde panik başlar, tarihler 31 Aralığı gösterdiğinde ise rakamlar sıfırlanır ve Mozart’ın Bitmeyen Senfonisi yine yeniden kulaklarımızda yankılanır.

22 Şubat 2018 Perşembe

İş Yerinden Neden Dost Çıkmıyor ?

Çünkü;

1- Kimliklerin ünvanlar ve nesneler aracılığıyla ifade edilmesi iş yerindeki ilişkilerimizin samimiyetini baltalıyor. Bir insanla değil, genel müdür imgesiyle, ticaret müdürü imgesiyle, artık o statünün içini hangi imgelerle dolduruyorsak o görüntüyle iletişim kuruyoruz. Her ünvana farklı bir dil kullanıyor, her dilde farklı bir kişilik oluyor, kişiliğimizi Teoman’ın şarkısı gibi paramparça ediyoruz. 

2- İş yeri ideolojisi deontolojik, pragmatik ve makyavelisttir. Breh, breh mi dediniz ?  Herkes, herşey, her durum bir araçtır. Yeter ki bereket tanrısı CEO’nun verdiği hedefe bir ekip ruhuyla koşalım...Kullandığımız araçların, bu yolda feda edilenlerin bir ehemmiyeti olmaz, olamaz, gerisi sadece teferruattır. Oysa ki sonuçlar araçlarla bir bütündür. Araç mutsuzluk üretiyorsa amaç da mutsuzluğu bilinçsiz olarak sürdürür. İşyerleri, “ruh mezbahaneleri”, “üzüntü fabrikaları”dır.     

3- Koltuk az, aday fazla olduğundan kanlı rekabet kaçınılmazdır. Rakipler hakkınız olan statüye göz dikmiş kendini bilmezler güruhudur. Bizans oyunları erkeklik kadınlık dinlemez. Dedikodular, yüze gülüp arkadan vurmalar genel kuraldır. Herkes kendi bölgesini belirler ve o bölgede tek hakim olmak ister.

4-   b = ( z+y+ç) x v
b= başarı
z= zeka
y= yetenek
ç= çevre
v= vizyon

Formüle göre başarı için, akıl, yetenek ve çevre şart. Ama olmazsa olmaz çarpan vizyondur. Çevre için (networking), benliğin sığınakları birer birer taranır:  cemaatler, masonik örgüt ve dernekler, tarikatler, aşiretler ve biat edilir. Özden çok şekil değer kazanır, anlam bir kenara atılır. Burada sözkonusu olan aidiyetten ziyade grubun menfaat pastasından bir pay kapmaktır. Eşittirin sol tarafı amaç olduğundan sağ tarafı araçlara dönüşür. Çevrenin içeriği arkadaşlarda bu şekilde araçlaştırılır. Araçlar sonuçlardan ayrılarak hükümsüzleştirilir. Bu şekilde dostluk kavramı içi boş bir arkadaşlığa dönüşür.   

Modern dünyanın modern insanlarının etrafında tavaf ettikleri bir diğer formülse şöyledir;
b=y+c+z+a
b=başarı
y=yaratılık
c=cesaret
z=zeka
a=akıl sağlığı

Bilinç altımız modern dünyada her başarılı addedien insana bu özellikleri otomatik olarak yükler. Başarı bu yüzden tapınılası, kutsal bir put haline dönüşür. Bu puta sahip insana sinsice yaklaşırız, gizli menfaatlerimizle. Samimiyetten ve insaniyetten uzak. Karşımızdaki birazcık akıllı ise farkına varır bu mış gibi yapmacıklığın. Gardını alır.      

5- Ofisin ruhu ”...karşılaşılan nesnelerden heyecan duymak, düşüncelerle canlanmak, kurt benzeri bir yüreğe ve tilki gibi bir akla sahip olmak, insanları aldatmak ve dolandırmak, yetkeye bağlanmak, dalkavukluk etmek için onaylamak, ün peşinde koşmak, kar elde etmek, gerçeğe sırtını dönmek, yanlışın peşinde koşmak, aydınlanmadan yüz geri etmek ve değersizlere katılmak...”tır*. Bu özelliklere sahip derinlikten yoksun bir ruhun, saf bir derinlik gerektiren dostluğu yaratabilmesi imkansızdır.

6- Maskeli balodayız ve onun sahte yüzlerine bakıyoruz:
Öpücükler hançerlidir, gülümseyişler hummalı, bakışlar aynalı, dokunuşlar plastik...
Kahve ve alkol olmadan bu ikiyüzlülüğün ruhumuzu dört bir yanından geren işkencesine tahammül etmek zordur.  

Dipnot: Göller bölgesinin adaları: Nadiren de olsa kurtlar sofrasında kirlenmeden kalabilmiş, anı yaşayabilen, yüreğindeki çocuksuluğu yitirmemiş insanlara da rastlanır. Ola ki böylelerine rastlarsanız bilin ki nesilleri tükenmek üzeredir bunların. Derhal ihtimamla koruma altına alın.

9 Şubat 2018 Cuma

Her şey tesadüf hiçbir şey tesadüf değil ! 

Varoluşun muhteşemliğini duyumsayabiliyorum. Bugün burada, şu anda seninle konuşuyor olabilme olasılığını düşündüğümde soluğum kesiliyor. Biyolojik olarak bağlı olduğumuz nesiller bu hesabın sadece küçük bir kısmı ! Yaşarken yaptığımız tercihlerin de olasılıklarını hesaba kattığımızda şu an seninle bunları konuşuyor olabilme olasılığım sonsuzda bir. Bu çok düşük olasılığa rağmen şu an burada seninleyim. İşte bu an’ı ve dolayısıyla her an’ı eşsiz kılanda bu…Bir noktadan sonra artık sayılar devretmeye başlıyor. O zaman anlıyorsun ki ben an’dayım, an’ın o eşsizliğinde varoluyorum. Bu düşünce "mış gibi" yapmaktan alıkoyuyor bizi, insanları nesneye dönüştürmemizi engelliyor. Bir noktaya geldikten sonra açıklamalar, tanımlamalar tıkanıyor. Açık bir gecede yıldızlara baktığında anlıyorsun bu tıkanıklığı. Evet, düşünüyorum, şüphe duyuyorum, isyan ediyorum. Ama varoluşumu hiçbir şekilde açıklayamıyorum ve ne yaparsam yapayım bir açıklama olmadığını da biliyorum. Ama an’da kaldığımda farkına vardığım içimdeki o sevgi, işte o gerçek biliyorum. Ve onun anlamı o tıkanıklığın içinde. Hayata tutunmamı bu düşünce sağlıyor. Ben sozsuzda bir hiçim. Ne ironik değil mi, kendimi değersiz hissederken sevgimi büyütebilmek. Evren bizi ne kadar umursamaz gözükse de bir anlık varoluşumuzla sozsuzluğu taçlandırıyor ve yenilgimizi unutuyoruz. Yaşadığımıza değiyor

4 Şubat 2018 Pazar

SEVDAM BENİM KÖR NEŞEM-1

Kaşlarını böyle uzatıp parmaklarıyla buranlar, muhakkak bir kötülük taşırlar geçmişlerinden dedi Raşit, salına salına camiden çıkıp Kıraathanenin önünden geçerek evine giden Hayır Bey’e bakarak. Gerçek acıtır ama bu hayatın tek gerçeği de budur işte, “herşeye, en iyi şeylere bile akşam iner sonunda”.  Ben bu gerçeği anamı ellerimle mezara koyarken, imam tepeden gözlerimin içine bakıp okuyacağı Fatiha için benden para dilenirken öğrendim. Biz aynı tanrıya inanmıyoruz, aslında hiç inanmadık. Anasını yitiren evlattan, dua parası dilenen Tanrı’yı öldürür. Onu çarmıha çivileyenler, kendine cennetin bol bakireli bahçelerini layık gören yahuda imamlardır. Raşit’in saçları kar yağmış gibi bembeyazdı, zamanın pek merhametli davranmadığı yüzü, yüreğinden gözlerine yansıyan ateşi gizleyemiyordu. Filtresiz Birinci marka sigarasını çıkarıp kahve fincanının yanına koydu. Kahve, yüzyılların verdiği terbiyeyle acelesiz, saygıyla ve yavaş yavaş içilmeliydi, aksi geçmişe küfür sayılır, hakarete girerdi. Kahve, yarin dudağı, öpülen memesiydi, isyandı, intizardı, iste tam da bu yüzden koca bir günahtı. Telveler damağına yapıştığında Raşit karşı masadan Kapusuz İsmail’in kendisine nefretle baktığını gördü. Erzurumlu bir Şafii olan imam Hayır Bey için zevk veren her şey günahtı, öyle ki kahve bile  “külli muskir hamr ve külli muskir haram”dı. İmam’ın adeta bir kulu olan Kapusuz’un sorgusuz sualsiz kabul ettiği “gerçekler” için akla gelemeyecek kötülükler yapabilecegini bilen Destan, her defasında yapma bre Raşit, gitme adamların üstüne diyerek endişelenirdi. Destan Raşit’in çocukluk arkadaşı, hayattaki biricik dostuydu.  

Hayır Bey hutbelerinde sadece zevk veren içkilerin, içeceklerin günahından bahsetmiyordu. Seksi, cima, zina gibi kelimelerle yargılıyordu. Bu kelimeyi duyduğunda tüyleri diken diken oluyor, gözleri ateş topuna dönüyor, vücudu alev alev yanmaya başlıyordu. Hayır Bey, çocuk yapmak amacı dışında seksi, amacı sadece haz olacağı nedeniyle reddediyor, Nur gibi seks filmleri oynatan sinemalara giden öğrencilerini – başta da Destan’ın oğlu Yakup’u sıkça falakaya yatırıyordu. Adı üstünde hayata karşı topyekün koca bir HAYIR’dı, realitenin karşısına geçen ve dur geçemezsin diye umarsızca haykıran bir Deli Dumrul, mahallenin engizisyon başıydı. Yakup, Slyvia Kristel’i, Edwige Fenech’i ya da Ajita Wilson’u hayal ederek mastürbasyon yaparken Hayır Bey’den yiyeceği dayakları tabii ki aklından bile geçirmiyordu, doğrusu ya, o dayaklara değiyordu. Tüm yaz boyunca Kuran Kursuna gittiği halde Elif Be’yi bile geçememiş, sınıfta kafasına yediği sopadan sonra da Kuran’ı öğrenmeyeceğine gizliden gizliye yemin etmişti. Yakubun aklını kurcalayan daha mühim meseleler vardı zaten. Aile filmlerinin oynatıldığı açıkhava sineması olan Yüksel Sineması’ndaki filmlerdeki kadınlarla, seks ve karate filmleri gösteren Nur Sinemasındaki filmlerde oynayan kadın karakterilerin kişilikleri hayatının uzunca bir bölümünde çözülmesi gereken ciddi bir bilmece olarak varoldu. Açıkhava sinemasında, sevişen genellikle Bizanslı kraliçelerle Kara Murat oluyordu ve bu kadınları hep kötü bir son bekliyor oluyordu. Oysa Nur Sineması’nda seyrettiği Arzu Okay’lı filmlerde, seksi  sıradan, işinde gücünde, namuslu kadınlar yaşıyor, üstelik bundan da hiç utanmıyorlardı. Bu filmlerin detaylı çekimleri de adeta bağımlılık yaratıyor, yapılanlar genelde hep aynı şeyler olsa da cazibesini hiç kaybetmiyordu. Bu detaylar ilerleyen aylarda Yakup’un ilgisini Bizans filmlerinden bu filmlere yönlendirdi. Seksin bir günah olmadığını anlaması için yılların geçmesi gerekecek, bilmece ise ise yavaş yavaş ve kendiğinden, zevk veren güzellerin hamarat dudaklarında, memelerinde, ellerinde eriyip gidecekti.

Raşit yaşama sanatını bilen, söz ve eylem, dürüstlük, insalcıllık ve adalet duygularıyla okyanusta yalnız bir ada gibiydi. Adil olmayan insalcıl olabilir miydi? Raşit’e göre bilgi uyandırıcı olmalıydı, oysa Hayır Bey uyutuyor, düşüncenin önüne set çekip düşünme özürlüsü olan bir cemaati düşünceye, aşka, paylaşmaya karşı kışkırtıyordu. Namaz Hocası kitabının best seller olduğu bu mikrokozmosda, gül suyu kokuları arasında gerçeği bildiğini sanan cemaate gerçeği aramaktan bahseder, Tanrı’ya ancak onu arayarak hizmet edebileceğimizi, ancak bu şekilde dürüst olabileceğimizi söyleyerek insanların kuşkulu ve öfkeli bakışlarına maruz kalırdı. Tanrı’yı düşünceyle arayarak bulmanın imkansız olduğunu kendine itiraf etse de, tersinin Tanrı’ya karşı ahlaki ve dürüst bir davranış olmayacağını söyler, bu şekilde boyun eğerek cennete gitmektense, düşünceleriyle cehenneme gitmeyi daha doğru bulurdu. Onu, bu dürüstlüğü ve onurundan ötürü cehennemde yakacak bir Tanrı’ya saygı duyması nasıl sözkonusu olabilirdi ki ? Us bir orospudur aforizmasına karşı us bir orospu olmak zorundadır demek, bu müslüman mahallesinde, yaşanılan o günlerde adeta ölüm davetiyesi çıkartmak gibiydi. Ülkücü ve devrimci gençler arasında kimin başlattığının bir önemi kalmamış bu lanet çatışmaların durdurulamaz duruma geldiği o günlerde, ağızdan çıkacak biz söz ölüm gerekçesi olabilirdi. Raşit, aklın her düşünceyle yatan bir orospu olduğuna inanmakla kalmıyor, bunun bir zorunluluk olduğunu söylüyor, böylelikle göller bölgesinde bir ada olarak affedilmez bir günah işliyordu. Felsefenin deccal ilan edildiği bu çevrede en aykırı filozofların orjinal kitaplarını getirtiyor, namaz hocasının yanındaki vitrinde başköşeye koyuyor, cemaat ise Tanrı öldü diye vitrinden bilgece gülümseyen hüzünlü Nietzsche’nin önünden farkında olmaksızın camiye gidiyordu. Kitaplarına sevgiyle bakan bu münzevi ve yürekli adam, tıpkı Makyavelli gibi en güzel elbiselerini giyerek kitaplarıyla buluşuyor, adeta önlerinde her gün eğilerek yalnızlığını paylaşan dostlarına saygısını sunuyordu. 1961 yılında Almanya’ya işçi olarak gittiğinde bir kitapçı önünden geçerken vitrine bakıp içeri girmesiyle karşısında beliren engin bilgi dağını gördüğünde Almanca’yı hemen öğrenmesi gerektiğini anlamıştı. 6 yıl süren kısa gurbet günlerinden kendisine yadiğar kalan okuyup anlayabildiği bir Almanca ve kırılmış bir kalpti. Hayatında bir dönüm noktası olarak gördüğü bu dönem, onun uykudan uyanıp gözlerini hayretle açtığı bir dönemdi. Alman filozofların, şairlerin yazdıkları karşısında hayretlere düşüyor, bu filozofları kendisinin öğretmeni belliyordu. Yurda kesin dönüş yaptığında da biriktirdiği parasıyla şimdiki dükkanını alıp kitapçı yapmıştı Hacı Bayram’da. Ankara’lı dindar insanların akın ettiği bu mekan, birçok yerde olduğu gibi kutsallığını Roma döneminden gelen Hıristiyan kültüründen alıyordu. Eski şehrin etrafında gelişen kişiliksiz ve ruhsuz beton kent, buranın gerçeğini görmezden gelerek yok sayıyor, arka bahçede farklı bir öteki kültür kendi kendine, ortodoks bir şekilde sessiz sedasız büyüyordu. Tanrı’yı sev diyen kültür , Tanrı’dan kork diyen kültür tarafından ablukaya alınmıştı. Her yerde cehennemin yakıcılığından bahsediliyor, gencecik beyinlere adeta tecavüz ediliyor, kin pompalanıyordu. Birbirinden habersiz yaşama telaşındaki sıradan insanlar adeta lanetli bir gülyabaniden bahseder gibi tiksintiyle ötekini kötülüyor, aradaki uçurum her geçen gün daha da açılıyordu. Tanrı ve cehennemi bahane ederek elinde hançerle yüzlerce yıldır gözü dönerek kan arayan bir gelenekti bu. Güzelim kutsal mekanlar din adına “kafirler”e yapılan mezalimleri tereddütsüz onuyor, cennette yer böylece rezerve ediliyordu. Bu topraklarda “yeniden doğum” hep erken doğumla son buldu. Yeşeremeden, dallanıp budaklanamadan, kök salamadan, güneşe uzanamadan soldu. Gerçekte vitrinde kitabı duran, deli bakışlı, tuhaf, palamsı bıyıklı, rahatsız bakışlı adamın Tanrı Öldü dediğini duysalar Raşit’in o mekanda tutunması, hatta yaşaması dahi söz konusu olamazdı. Yakup, Raşit’in bilgi mabedine lapa lapa kar yağan bir kış günü girdiğinde henüz 15 yaşındaydı ve o günü hayatının sonuna kadar da hiç unutamadı. Duvarlar boylu boyunca kitaplarla doluydu. Kapının her iki yanında felsefe, tarih, edebiyat kitapları sanki birbirleriyle sohbet ediyorlarmışçasına iç içeydi. Duvarlarda daha önce hiç görmediği insanlara ait muntazam düzgünlükte sıralanmış resimler asılıydı. Kapının sağ çaprazındaki çalışma masasının üzerinde kitaplar üstüste, adeta heyecan ve şehvetle açılmayı bekliyordu. Dükkanın tam ortasındaki çini dökme soba, halinden memnun acelesiz dükkanı ısıtıyor, üstündeki çaydanlık keyifli keyifli ıslık çalıyor, demini yeni almış çayın taze kokusu bu kutsal mekanı tütsülüyordu. Resimleri birer birer gözleriyle taradı Yakup, eski bir albümde tanıdık birini arar gibi. Tanımlayamadığı bir hüzün, yalnızlık, farkındalık ve melankoli vardı yüzlerde. İçlerinde biri özellikle dikkatini çekti, saçları karışık yaşlı bir adam muzip bir şekilde dilini çıkarmış kendinden beklenmeyen anlaşılmaz bir şekilde objektife çocukca poz vermişti. Raşit daha sonra bu adamın hikayesini uzun uzun anlattı, al bakalım buna da bir göz atıp anlamaya çalış dedi, İzafiyet Teorisi zor bir konu olsa da olabilecek en basit şekilde anlatmış. Masanın hemen arkasında diğer resimlerden ayrı bir şekilde yanyana duran 3 fotoğrafa yaklaştı. Fotograftaki kişilerin sağda ve solda duranlarının her ikisi de yaşlı ve sakallıydı, ortada ki fotoğraftaki keskin bakışlı adamın ise solcular gibi ağza giren bıyıkları vardı. Altlarındaki isimleri oku. Tolstoy, Nietzche-söylerken dili dolandı ve Dostoyevski. Evet daha önce ilk ve son ismi duymuştu ama bu tuhaf isimli adamda neyin nesiydi ? Bu tuhaf üçlünün en sağında diğer fotoğrafların en başındaki resimin altında bir yazı dikkatini çekti. Fotoğraftaki kişi yaklaşık otuzlarında, kemikli burunlu, uzun dalgalı saçlı, sanki ne olduğunu anlayamamış gözlerle belki de biraz istihza ve gururla bakıyordu. Altındaki yazıları okumak için fotografın yanına yaklaştı. Satırları önce yavaş yavaş okumaya başladı, okudukça gözleri büyüdü, son noktaya gelince tekrar başa dönüp birkaç kez daha okudu. Çağrışımlar düşüncelerimizi sürükleyen bir nehir değil miydi ? “Bütün bunları saygıdeğer hahamların huzurunda inceledikten sonra, onların da onayıyla, bahsi geçen Espinoza’nın İsrail kavminden ihraç edilmesine ve kovulmasına karar vermişlerdir. Meleklerin ve kutsal kişilerin hükümlerine dayanarak, Tanrının (O Mübarektir) ve kutsal cemaatin tamamının rızasıyla, kutsal kitaplarımızın ve içlerinde yazılı 613 buyruğun önünde, Baruch de Espinoza’yı ihraç ediyor, kovuyor, lanetliyor ve ona beddua ediyoruz. (...) Gün içinde kahrolsun, akşam kahrolsun; yattığında kahrolsun, kalktığında kahrolsun. Dışarı çıktığında kahrolsun, içeri girdiğinde kahrolsun. Tanrı onu hiçbir zaman bağışlamasın, Tanrının gazabı ve kıskançlığı hep bu adamın üzerinde tütsün; Yasa kitabında yazılı bütün lanetler onun üzerine olsun ve Tanrı ismini göğün altından sonsuza dek silsin. (...) Bilesiniz ki, kimse onunla sözlü ya da yazılı iletişim kurmamalı, kimse ona hizmet etmemeli, kimse onunla aynı çatı altında bulunmamalı, kimse ona dört arıştan fazla yaklaşmamalı, kimse onun yazdığı herhangi bir şeyi okumamalıdır.”  Daha önce benzer satırları hiç okumamıştı. Şaşkın bir şekilde tekrar tekrar okudu, kahrolsun, kahrolsun, kahrolsun...Bu nefret, ucuz boyalarla gelişigüzel ve  telaşla duvarlara yazılan Kahrolsun Faşizm,  Komünizm, Emperyalizm sloganlarıyla ne kadar da benzerdi. Yahudi Cemaatinin Dinden ihraç ettiği şahıs Spinoza’ydı. Raşit ondan bahsederken adeta gözleri parlıyor, bu adam Batı felsefesinin Everesti’dir diyordu. Beddua Yakup’u bir anda Hayır Bey’in önceki gün verdiği Cuma hutbesine götürdü. Hayır Bey’in anlattığı hikayeye göre Ebu Leheb’in oğlu Uteybe, Tebbet suresi gelince, Resulullah efendimize hakaret etmiş, Resulullah da çok üzülüp, ya Rabbi buna bir canavar musallat et demiş, Ebu Leheb’in oğlu Uteybe Şam’a giderken, bir gece, bir aslan gelip uyuyan arkadaşlarını koklayıp bırakmış, sıra Uteybe’ye gelince de onu parçalamış. Peygamber’in bir insanı sırf ona hakaret etti diye beddua ederek Allah’ın yardımıyla parçalattırmasını Yakup bir türlü aklına yatıramamıştı. Resmin altındaki satırlarda çözemediği cevabın saklı olduğunu hissetti. Bu coğrafyada en büyük bedduanın bilmek, düşünmek olduğunu çok değil 1 yıl sonra Mamak Hapishanesinde acı içinde inlerken anladı Yakup. Okumayanlar, bilmeyenler, görmeyenler, duymayanlar, konuşmayanlar, paylaşmayanlar, sevişmeyenler yataklarında huzur içinde uyurlarken o daha kız eli değmemiş taze çıplak evlat tenine elektrikler salınıyor, titreyerek sarsılıyor çaresizce ama öfkeyle inliyordu. Destan o gün Yakub’u Raşit’in kitap dükkanına gönderdiği için kendini hiç affetmedi, söylemese de o düşünceleri çocuğun kafasına Raşit’in soktuğunu düşünüyor, sonra da bu haksız düşüncesinden ötürü kendinden utanıyordu. Jandarma Yakub’u götürdükten sonra Destanın koca bedeni günlerce uykuyu tada
madı. Altındağ’ın ahşap gecekondusunda tahtaları gıcırdatarak sabahlara kadar volta atıp, sabır çekti, oğlunun çıkacağı günü bekleyip dua etti.

Raşit, Destan’ın getirdiği kahveyi bitirdiğinde, Kapusuz İsmail homurdanarak kıraathaneyi terk etmiş, caminin yolunu çoktan tutmuştu  bile.

Bu Blogda Ara