SEVDAM BENİM KÖR NEŞEM-1
Kaşlarını böyle uzatıp parmaklarıyla buranlar, muhakkak bir kötülük
taşırlar geçmişlerinden dedi Raşit, salına salına camiden çıkıp Kıraathanenin
önünden geçerek evine giden Hayır Bey’e bakarak. Gerçek acıtır ama bu hayatın tek
gerçeği de budur işte, “herşeye, en iyi şeylere bile akşam iner sonunda”. Ben bu gerçeği anamı ellerimle mezara
koyarken, imam tepeden gözlerimin içine bakıp okuyacağı Fatiha için benden para
dilenirken öğrendim. Biz aynı tanrıya inanmıyoruz, aslında hiç inanmadık.
Anasını yitiren evlattan, dua parası dilenen Tanrı’yı öldürür. Onu çarmıha
çivileyenler, kendine cennetin bol bakireli bahçelerini layık gören yahuda
imamlardır. Raşit’in saçları kar yağmış gibi bembeyazdı, zamanın pek merhametli
davranmadığı yüzü, yüreğinden gözlerine yansıyan ateşi gizleyemiyordu. Filtresiz
Birinci marka sigarasını çıkarıp kahve fincanının yanına koydu. Kahve,
yüzyılların verdiği terbiyeyle acelesiz, saygıyla ve yavaş yavaş içilmeliydi,
aksi geçmişe küfür sayılır, hakarete girerdi. Kahve, yarin dudağı, öpülen
memesiydi, isyandı, intizardı, iste tam da bu yüzden koca bir günahtı. Telveler
damağına yapıştığında Raşit karşı masadan Kapusuz İsmail’in kendisine nefretle
baktığını gördü. Erzurumlu bir Şafii olan imam Hayır Bey için zevk veren her şey
günahtı, öyle ki kahve bile “külli
muskir hamr ve külli muskir haram”dı. İmam’ın adeta bir kulu olan Kapusuz’un sorgusuz
sualsiz kabul ettiği “gerçekler” için akla gelemeyecek kötülükler
yapabilecegini bilen Destan, her defasında yapma bre Raşit, gitme adamların
üstüne diyerek endişelenirdi. Destan Raşit’in çocukluk arkadaşı, hayattaki biricik
dostuydu.
Hayır Bey hutbelerinde sadece zevk veren içkilerin, içeceklerin günahından
bahsetmiyordu. Seksi, cima, zina gibi kelimelerle yargılıyordu. Bu kelimeyi
duyduğunda tüyleri diken diken oluyor, gözleri ateş topuna dönüyor, vücudu alev
alev yanmaya başlıyordu. Hayır Bey, çocuk yapmak amacı dışında seksi, amacı
sadece haz olacağı nedeniyle reddediyor, Nur gibi seks filmleri oynatan
sinemalara giden öğrencilerini – başta da Destan’ın oğlu Yakup’u sıkça falakaya
yatırıyordu. Adı üstünde hayata karşı topyekün koca bir HAYIR’dı, realitenin
karşısına geçen ve dur geçemezsin diye umarsızca haykıran bir Deli Dumrul,
mahallenin engizisyon başıydı. Yakup, Slyvia Kristel’i, Edwige Fenech’i ya da
Ajita Wilson’u hayal ederek mastürbasyon yaparken Hayır Bey’den yiyeceği
dayakları tabii ki aklından bile geçirmiyordu, doğrusu ya, o dayaklara
değiyordu. Tüm yaz boyunca Kuran Kursuna gittiği halde Elif Be’yi bile
geçememiş, sınıfta kafasına yediği sopadan sonra da Kuran’ı öğrenmeyeceğine
gizliden gizliye yemin etmişti. Yakubun aklını kurcalayan daha mühim meseleler
vardı zaten. Aile filmlerinin oynatıldığı açıkhava sineması olan Yüksel
Sineması’ndaki filmlerdeki kadınlarla, seks ve karate filmleri gösteren Nur
Sinemasındaki filmlerde oynayan kadın karakterilerin kişilikleri hayatının
uzunca bir bölümünde çözülmesi gereken ciddi bir bilmece olarak varoldu.
Açıkhava sinemasında, sevişen genellikle Bizanslı kraliçelerle Kara Murat
oluyordu ve bu kadınları hep kötü bir son bekliyor oluyordu. Oysa Nur
Sineması’nda seyrettiği Arzu Okay’lı filmlerde, seksi sıradan, işinde gücünde, namuslu kadınlar
yaşıyor, üstelik bundan da hiç utanmıyorlardı. Bu filmlerin detaylı çekimleri
de adeta bağımlılık yaratıyor, yapılanlar genelde hep aynı şeyler olsa da
cazibesini hiç kaybetmiyordu. Bu detaylar ilerleyen aylarda Yakup’un ilgisini Bizans
filmlerinden bu filmlere yönlendirdi. Seksin bir günah olmadığını anlaması için
yılların geçmesi gerekecek, bilmece ise ise yavaş yavaş ve kendiğinden, zevk
veren güzellerin hamarat dudaklarında, memelerinde, ellerinde eriyip gidecekti.
Raşit yaşama sanatını bilen, söz ve eylem, dürüstlük, insalcıllık ve adalet
duygularıyla okyanusta yalnız bir ada gibiydi. Adil olmayan insalcıl olabilir
miydi? Raşit’e göre bilgi uyandırıcı olmalıydı, oysa Hayır Bey uyutuyor,
düşüncenin önüne set çekip düşünme özürlüsü olan bir cemaati düşünceye, aşka,
paylaşmaya karşı kışkırtıyordu. Namaz Hocası kitabının best seller olduğu bu
mikrokozmosda, gül suyu kokuları arasında gerçeği bildiğini sanan cemaate
gerçeği aramaktan bahseder, Tanrı’ya ancak onu arayarak hizmet edebileceğimizi,
ancak bu şekilde dürüst olabileceğimizi söyleyerek insanların kuşkulu ve öfkeli
bakışlarına maruz kalırdı. Tanrı’yı düşünceyle arayarak bulmanın imkansız
olduğunu kendine itiraf etse de, tersinin Tanrı’ya karşı ahlaki ve dürüst bir
davranış olmayacağını söyler, bu şekilde boyun eğerek cennete gitmektense,
düşünceleriyle cehenneme gitmeyi daha doğru bulurdu. Onu, bu dürüstlüğü ve
onurundan ötürü cehennemde yakacak bir Tanrı’ya saygı duyması nasıl sözkonusu
olabilirdi ki ? Us bir orospudur aforizmasına karşı us bir orospu olmak
zorundadır demek, bu müslüman mahallesinde, yaşanılan o günlerde adeta ölüm
davetiyesi çıkartmak gibiydi. Ülkücü ve devrimci gençler arasında kimin
başlattığının bir önemi kalmamış bu lanet çatışmaların durdurulamaz duruma geldiği
o günlerde, ağızdan çıkacak biz söz ölüm gerekçesi olabilirdi. Raşit, aklın her
düşünceyle yatan bir orospu olduğuna inanmakla kalmıyor, bunun bir zorunluluk
olduğunu söylüyor, böylelikle göller bölgesinde bir ada olarak affedilmez bir
günah işliyordu. Felsefenin deccal ilan edildiği bu çevrede en aykırı
filozofların orjinal kitaplarını getirtiyor, namaz hocasının yanındaki vitrinde
başköşeye koyuyor, cemaat ise Tanrı öldü diye vitrinden bilgece gülümseyen
hüzünlü Nietzsche’nin önünden farkında olmaksızın camiye gidiyordu. Kitaplarına
sevgiyle bakan bu münzevi ve yürekli adam, tıpkı Makyavelli gibi en güzel
elbiselerini giyerek kitaplarıyla buluşuyor, adeta önlerinde her gün eğilerek
yalnızlığını paylaşan dostlarına saygısını sunuyordu. 1961 yılında Almanya’ya
işçi olarak gittiğinde bir kitapçı önünden geçerken vitrine bakıp içeri
girmesiyle karşısında beliren engin bilgi dağını gördüğünde Almanca’yı hemen
öğrenmesi gerektiğini anlamıştı. 6 yıl süren kısa gurbet günlerinden kendisine
yadiğar kalan okuyup anlayabildiği bir Almanca ve kırılmış bir kalpti.
Hayatında bir dönüm noktası olarak gördüğü bu dönem, onun uykudan uyanıp
gözlerini hayretle açtığı bir dönemdi. Alman filozofların, şairlerin yazdıkları
karşısında hayretlere düşüyor, bu filozofları kendisinin öğretmeni belliyordu.
Yurda kesin dönüş yaptığında da biriktirdiği parasıyla şimdiki dükkanını alıp
kitapçı yapmıştı Hacı Bayram’da. Ankara’lı dindar insanların akın ettiği bu
mekan, birçok yerde olduğu gibi kutsallığını Roma döneminden gelen Hıristiyan kültüründen
alıyordu. Eski şehrin etrafında gelişen kişiliksiz ve ruhsuz beton kent,
buranın gerçeğini görmezden gelerek yok sayıyor, arka bahçede farklı bir öteki
kültür kendi kendine, ortodoks bir şekilde sessiz sedasız büyüyordu. Tanrı’yı
sev diyen kültür , Tanrı’dan kork diyen kültür tarafından ablukaya alınmıştı.
Her yerde cehennemin yakıcılığından bahsediliyor, gencecik beyinlere adeta tecavüz
ediliyor, kin pompalanıyordu. Birbirinden habersiz yaşama telaşındaki sıradan
insanlar adeta lanetli bir gülyabaniden bahseder gibi tiksintiyle ötekini
kötülüyor, aradaki uçurum her geçen gün daha da açılıyordu. Tanrı ve cehennemi
bahane ederek elinde hançerle yüzlerce yıldır gözü dönerek kan arayan bir
gelenekti bu. Güzelim kutsal mekanlar din adına “kafirler”e yapılan mezalimleri
tereddütsüz onuyor, cennette yer böylece rezerve ediliyordu. Bu topraklarda
“yeniden doğum” hep erken doğumla son buldu. Yeşeremeden, dallanıp
budaklanamadan, kök salamadan, güneşe uzanamadan soldu. Gerçekte vitrinde
kitabı duran, deli bakışlı, tuhaf, palamsı bıyıklı, rahatsız bakışlı adamın
Tanrı Öldü dediğini duysalar Raşit’in o mekanda tutunması, hatta yaşaması dahi söz
konusu olamazdı. Yakup, Raşit’in bilgi mabedine lapa lapa kar yağan bir kış
günü girdiğinde henüz 15 yaşındaydı ve o günü hayatının sonuna kadar da hiç
unutamadı. Duvarlar boylu boyunca kitaplarla doluydu. Kapının her iki yanında
felsefe, tarih, edebiyat kitapları sanki birbirleriyle sohbet
ediyorlarmışçasına iç içeydi. Duvarlarda daha önce hiç görmediği insanlara ait
muntazam düzgünlükte sıralanmış resimler asılıydı. Kapının sağ çaprazındaki
çalışma masasının üzerinde kitaplar üstüste, adeta heyecan ve şehvetle açılmayı
bekliyordu. Dükkanın tam ortasındaki çini dökme soba, halinden memnun acelesiz
dükkanı ısıtıyor, üstündeki çaydanlık keyifli keyifli ıslık çalıyor, demini
yeni almış çayın taze kokusu bu kutsal mekanı tütsülüyordu. Resimleri birer
birer gözleriyle taradı Yakup, eski bir albümde tanıdık birini arar gibi.
Tanımlayamadığı bir hüzün, yalnızlık, farkındalık ve melankoli vardı yüzlerde.
İçlerinde biri özellikle dikkatini çekti, saçları karışık yaşlı bir adam muzip
bir şekilde dilini çıkarmış kendinden beklenmeyen anlaşılmaz bir şekilde
objektife çocukca poz vermişti. Raşit daha sonra bu adamın hikayesini uzun uzun
anlattı, al bakalım buna da bir göz atıp anlamaya çalış dedi, İzafiyet Teorisi
zor bir konu olsa da olabilecek en basit şekilde anlatmış. Masanın hemen
arkasında diğer resimlerden ayrı bir şekilde yanyana duran 3 fotoğrafa
yaklaştı. Fotograftaki kişilerin sağda ve solda duranlarının her ikisi de yaşlı
ve sakallıydı, ortada ki fotoğraftaki keskin bakışlı adamın ise solcular gibi ağza
giren bıyıkları vardı. Altlarındaki isimleri oku. Tolstoy, Nietzche-söylerken
dili dolandı ve Dostoyevski. Evet daha önce ilk ve son ismi duymuştu ama bu
tuhaf isimli adamda neyin nesiydi ? Bu tuhaf üçlünün en sağında diğer
fotoğrafların en başındaki resimin altında bir yazı dikkatini çekti.
Fotoğraftaki kişi yaklaşık otuzlarında, kemikli burunlu, uzun dalgalı saçlı,
sanki ne olduğunu anlayamamış gözlerle belki de biraz istihza ve gururla bakıyordu.
Altındaki yazıları okumak için fotografın yanına yaklaştı. Satırları önce yavaş
yavaş okumaya başladı, okudukça gözleri büyüdü, son noktaya gelince tekrar başa
dönüp birkaç kez daha okudu. Çağrışımlar düşüncelerimizi sürükleyen bir nehir
değil miydi ? “Bütün bunları saygıdeğer hahamların huzurunda inceledikten
sonra, onların da onayıyla, bahsi geçen Espinoza’nın İsrail kavminden ihraç
edilmesine ve kovulmasına karar vermişlerdir. Meleklerin ve kutsal kişilerin
hükümlerine dayanarak, Tanrının (O Mübarektir) ve kutsal cemaatin tamamının
rızasıyla, kutsal kitaplarımızın ve içlerinde yazılı 613 buyruğun önünde,
Baruch de Espinoza’yı ihraç ediyor, kovuyor, lanetliyor ve ona beddua ediyoruz.
(...) Gün içinde kahrolsun, akşam kahrolsun; yattığında kahrolsun, kalktığında
kahrolsun. Dışarı çıktığında kahrolsun, içeri girdiğinde kahrolsun. Tanrı onu
hiçbir zaman bağışlamasın, Tanrının gazabı ve kıskançlığı hep bu adamın
üzerinde tütsün; Yasa kitabında yazılı bütün lanetler onun üzerine olsun ve
Tanrı ismini göğün altından sonsuza dek silsin. (...) Bilesiniz ki, kimse onunla
sözlü ya da yazılı iletişim kurmamalı, kimse ona hizmet etmemeli, kimse onunla
aynı çatı altında bulunmamalı, kimse ona dört arıştan fazla yaklaşmamalı, kimse
onun yazdığı herhangi bir şeyi okumamalıdır.”
Daha önce benzer satırları hiç okumamıştı. Şaşkın bir şekilde tekrar
tekrar okudu, kahrolsun, kahrolsun, kahrolsun...Bu nefret, ucuz boyalarla
gelişigüzel ve telaşla duvarlara yazılan
Kahrolsun Faşizm, Komünizm, Emperyalizm
sloganlarıyla ne kadar da benzerdi. Yahudi Cemaatinin Dinden ihraç ettiği şahıs
Spinoza’ydı. Raşit ondan bahsederken adeta gözleri parlıyor, bu adam Batı
felsefesinin Everesti’dir diyordu. Beddua Yakup’u bir anda Hayır Bey’in önceki
gün verdiği Cuma hutbesine götürdü. Hayır Bey’in anlattığı hikayeye göre Ebu
Leheb’in oğlu Uteybe, Tebbet suresi gelince, Resulullah efendimize hakaret
etmiş, Resulullah da çok üzülüp, ya Rabbi buna bir canavar musallat et demiş,
Ebu Leheb’in oğlu Uteybe Şam’a giderken, bir gece, bir aslan gelip uyuyan
arkadaşlarını koklayıp bırakmış, sıra Uteybe’ye gelince de onu parçalamış.
Peygamber’in bir insanı sırf ona hakaret etti diye beddua ederek Allah’ın
yardımıyla parçalattırmasını Yakup bir türlü aklına yatıramamıştı. Resmin
altındaki satırlarda çözemediği cevabın saklı olduğunu hissetti. Bu coğrafyada
en büyük bedduanın bilmek, düşünmek olduğunu çok değil 1 yıl sonra Mamak
Hapishanesinde acı içinde inlerken anladı Yakup. Okumayanlar, bilmeyenler,
görmeyenler, duymayanlar, konuşmayanlar, paylaşmayanlar, sevişmeyenler
yataklarında huzur içinde uyurlarken o daha kız eli değmemiş taze çıplak evlat
tenine elektrikler salınıyor, titreyerek sarsılıyor çaresizce ama öfkeyle
inliyordu. Destan o gün Yakub’u Raşit’in kitap dükkanına gönderdiği için
kendini hiç affetmedi, söylemese de o düşünceleri çocuğun kafasına Raşit’in
soktuğunu düşünüyor, sonra da bu haksız düşüncesinden ötürü kendinden
utanıyordu. Jandarma Yakub’u götürdükten sonra Destanın koca bedeni günlerce
uykuyu tada
madı. Altındağ’ın ahşap gecekondusunda tahtaları gıcırdatarak
sabahlara kadar volta atıp, sabır çekti, oğlunun çıkacağı günü bekleyip dua
etti.
Raşit, Destan’ın getirdiği kahveyi bitirdiğinde,
Kapusuz İsmail homurdanarak kıraathaneyi terk etmiş, caminin yolunu çoktan tutmuştu
bile.