Siyasetin dindar ve kindar dilinden günlük nasibini almanın kirlenmiş yükü var
üzerimizde. Gündelik salya sümük bağırışlar arasında, akl-ı selim sığınacak bir
delik dahi bulamıyor, hoyratlıkla sindiriliyor. Kaçmak en kolayı
belki de. Ama unutmak ! Doris Lesssing’in “başlangıçta yazarlığı düşünmedim,
sadece nasıl kaçacağımı planlıyordum, hem de her zaman…” cümlesini okuduğumda
içim duygudaşlıkla acıyor. Zira Kavafis’ten biliyorum bir kaçış olmadığını…Yalnızlık
sürekli kendi etrafında dönen bir kale
gibi…Girmesini istediklerimizin umarsızca etrafında döndükleri ama bir türlü
girmeyi beceremedikleri bir kale…Burçlardan acı acı bakıyoruz, keşke Rapunzel
kadar şanslı olabilsek de saçlarımızı uzatabilsek...
Şeyhülislam Ebu Suud Efendi’nin 500 yıl öncesinden verdiği şu
fetva geliyor aklıma, Hrant’ı, Gezi Direnişi’nde öldürülen gençleri ve daha
nicelerini düşündüğümde: Bir kasaba yakınında biri öldürülse ve katili de
bulunmasa diyetini kim ödeyecek? Bütün kasaba mı, yoksa cinayet yerine
öldürülenin çığlıklarını işitebilecek kadar yakın evlerde oturanlar mı? Cevap:
Ölünün çığlığını işitebilecek yakınlıkta oturanlar!
Oysa ki günümüzde televizyonlarımızın ya da bilgisayarlarımızın başında
sıcak çaylarımızı yahut içkilerimizi yudumlayarak canlı infaz seyreder hale gelen
bizler, ruhumuza fiyaka attırıyoruz Vasfiye teyze misali “Yazzııkk”larla !
Fetva bugün hepimizi içine alıyor, diyet borcumuz var, zira çığlıklar odamızın içinde yankılanıyor !
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder