Milan Kundera, kadim aldanışımızı
anlattığı “Şaka” adlı mükemmel romanında “Kentler birbirlerinden bir ayna gibi yararlanmasını bilirler” der. Kroeber
ise “üsluplar , uygarlık tarihinin girdiği dinamik biçimlerin ete kemiğe
bürünmesidir” diyerek imler.
Arabayla, Türkiye’nin birbirine bağlanmış
kara yollarından yola koyulduğunuzda birer “kalıp” olan mimari üslupların şehirlerden şehirlere nasıl da bulaşmış
olduğunu hayretle fark edersiniz. Zira yollar sadece şehirleri birbirine bağlamaz,
sevgileri, nefretleri, zevklerimizi ya da vasatlığı da birbirine
bağlar.
Elleri kitapsız ve mürekkepsiz sözde“Yaşam Mimarı” müteahhitlerin ise bu yağmacı salgını yaymada merkezi rolleri tartışılmaz.
Düğüm noktasından bu zevksizlik her yere bulaşır. Ve maalesef ülkeyi yağmalayan
bu zevksizlik dünyanın başka hiçbir ülkesinde insanlar tarafından bu kadar
itibar görmez, hoşgörüyle karşılanmaz.
Korku kültürü içinde, otoriteye itaat ederek büyüyen/büyütülen ve bir zamanlar Sinan adında inanılmaz bir mimar yetiştirmiş olan bu toplumda zevk arayışı duvara toslar ve biz şu yankıyı duyarız:
O Jupiter, quelle froide plaisanterie tu fis en nous
creant ! ( Ah Jupiter, bizi yaratmakla ne soğuk bir şaka yapmışsın ! )