Nesnelerin, mekanların ve ilişkilerin devinim
hızının başımızı döndürdüğü bir “geçicilik çağı”nda, bir “ad hoc toplumu”nda
(Toffler, s.61) yaşamaktayız. Bu çağa bir “aşırılıklar çağı”ndan geldik. Modernlik
sonrası herşeyin hızla eskidiği bu çağda teknoloji adeta başat bir din haline,
bireyler de birer teknofil'e dönüşmektedir (Postman, 2009). Bu dönüşüm, cevap
temelli bir toplumdan soru temelli bir topluma, metin odaklı bir toplumdan
görsel odaklı bir topluma, matbaanın yarattığı tipografik insan prototipinden
bireyin edilgenleşerek bir “seyirci”ye dönüşümüdür. Bu dönüşüm içinde bilgi toplumu sanısıyla
yaşarken, insan merkezli olması gereken bilgiyi nesne-merkezli bilgiye dönüştürmekte, kendimizi gerçek bilgiden uzaklaştırarak
nesneler üzerinden anlamlandırmakta, artan veri yığınları arasında adeta
boğulmaktayız.
Bu konjonktür bizi, veri ve enformasyon yığınları
arasından bilgiyi ve “anlam”ı çıkarabilecek/üretecek kuram ve teknolojiler üretme
noktasına sürüklemektedir. Önümüzdeki birkaç on yılda veri biliminin yıldızının
parlayacağı beklentisinin arka planında da bu dürtü yatmaktadır. Veri ve
enformasyon yönetimi ile istatistik bilimini bizi bu kaostan kurtaracak bir
kurtarıcı olarak görmekte kısmen haklıyız çünkü büyük veri yığınlarından
enformasyon üretmek ve buradan üretilen bilgilerle etkin kararlar verebilmek
konusunda oldukça ilerledik. (Harvard Businees Review, 2012). İşletmeler
açısından bilgi üretimi ve yönetimi teknolojinin yardımıyla çözülebilir bir
sorun gibi görünmekte, ancak birey bazında düşünüldüğünde ise bilişsel
yapılarımızın farklılığı nedeniyle sorun
daha kompleks bir hal almaktadır. Neticede birçoğumuz, günlük yaşantımızda bu
veri yığınlarının nasıl anlamlandırılacağını bilmemekte ve enformasyon
batağından bilgiyi çıkarabilecek kişisel birikime de nadiren sahip olmaktayız.
Bir zamanlar -en
azından Batı dünyasında, bilginin gerçeği tanımlayabileceği ve
sabitleyebileceği, böylece insanların beynine doğrudan aktarılarak onların
sosyal yaşamlarında ve iş hayatlarında etkin bir şekilde faaliyet göstermelerine
imkan verileceğine inanılırdı ( Dervin,1998). Bu düşüncenin doğal bir sonucu
olarak kullanıcılara, gerçek beklentilerinden uzakta, sistem odaklı olarak
tasarlanan bilgi kaynaklarından, kullanıcılara tek yönlü olarak enformasyon
aktarıldı. İletişimin çift yönlü yapısına aykırı olan ve bilgiyi nesneye
hapseden bu anlayış geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinden itibaren
fenomenolojinin de etkisi ile – ve ironik bir şekilde bilgisayar
teknolojilerinin gelişmesine paralel olarak, birey odağına geçmeye başladı
(Wilson,2000). Böylelikle sistemler, kullanıcı merkezli tasarlanmaya ve kullanıcı
ile sistem arasındaki iletişim çift yönlü olarak işlemeye, en azından
işletilmeye çalışılmaya başlandı. Daha önce sorulmayan sorular böylelikle gündeme
geldi. Bireyler olarak bilgiyi nasıl yaratmalı ve onu nerede aramalıydık?
Devasa yığınların içine saklanmış anlamı nasıl yakalayabilirdik, nasıl daha
doğru kararlar alabilir, böylelikle hem kendimizi hem de çevremizi daha iyi nasıl
anlamlandırabilirdik? “Kullanıcılar,
izleyiciler, müşteriler, hastalar, işverenler, işçiler “gerçekte” ne
düşünüyorlar, ne hissediyor ve istiyorlar, neyi hayal ediyorlardı ?” (Dervin,
1998,s.39). Söz böylelikle nesneden özneye, sistemden kullanıcıya yani bireye
geçti.
Bilginin işleyen tanımı
Fahey ve Prusak (1998), bilgi yönetiminde “on bir
ölümcül hata” arasında “bilginin işleyen bir tanımı”nın geliştirilememesi
olduğunu daha birinci sırada zikreder. Şayet bilgi, veri ve enformasyondan ayrı
bir kavram değilse, bu durumda bilgi yönetiminde yeni ve enteresan bir husus
bulunmadığını, birçok yöneticinin bu kavramların arasındaki farklara ( bilgi,
enformasyon ve veri arasındaki ) ve yol açtıkları farklı etkilere karşı ilgisiz
olduklarını, 1960’lı yıllardan itibaren işletmelere yönelik üretilen teorilerin,
kuramların yöneticilerde şüpheyle karşılandığını ve birçok işletmede bilgiyi
destekleyen değil, bilgi karşıtı bir kültür oluştuğunu ifade etmişlerdir.
Uçak (1997), bilgi arama davranışını “farkına varılan bir bilgi
gereksiniminin karşılanmasıyla ilgili dürtünün yerine getirilmesi için
yürütülen bireysel bir etkinlik” olarak tanımlamakta “bilgi arama; bilgi
kaynakları arasından, gereksinimlere en uygun olan bilgiyi tanımlama ve seçme
işlemidir” demektedir. Bu tanımda bilgi arama davranışının “bireysel” bir eylem
olarak belirtilmesi kayda değer bir husustur. Wittgenstein (1958), bilginin “bireysel” yapısına
vurgu yaparak onun genellikle sahibinin elinde olduğunu ve bir kavrama onun
kullanış biçimine göre anlam verildiğini belirtir. Bu tanımlama bize bilginin
neden bu kadar fazla tanımının da yapılmış olduğunu izah etmektedir. Dervin’in (1998), Clark’tan aktardığı şekilde belirttiği
gibi, bilgi yönetiminin umut veren yeni tanımı “problemleri çözmek için yeni bir yol…karşılıklı
ilişki, karmaşıklık ve bağlam tarafından etkilenen yeni bir stratejik
perspektif”tir. Dervin (1998) bilginin geleneksel tanımına karşılık yeniden
kavramsallaştırılmasının, artan rekabet ve gelişen teknoloji nedeniyle
insanların kaosa karşı düzen, merkeziyete karşı çeşitlilik sunabilmeleri için
bir gereklilik olduğunu ifade eder.
Bilginin geleneksel kabul gören ve daha çok
enstrümantal olan tanımında, enformasyon/bilgi bir “eylem” olarak değil bir
“isim”, bir “şey”, elde edilen, depolanan, çıktılar elde etmek için kullanılan
varlıklar olarak görülmekte ve bu nedenle gerekli çıktıları sağlayacak
teknolojilere, çıktılara, rutinlere, izolasyona, merkeziyete, açık bilgiye ve
itaate odaklanılmaktadır. Bilgi yönetimi kavramının bu geleneksel çerçevesinde,
sorulara yanıt vermek, homojenlik ve merkeziyetçilik önem arzeder (Dervin,
1998). Bu tanım, bilgiyi sabitleyen ve şüpheci sorgulamalara kapatan bir
tanımdır.
“İletişimin içeriği”ni taşıyan birer araç olan nesneleri/sistemleri
hatalı bir şekilde bilgi içeriği ile örtüştüren geleneksel tanıma zıt olarak,
bilginin uzay-zaman içinde bir eylem olarak kabul edilmesi, bilgiyi dinamik bir
çevrede sürekli yenilenen ve durağanlığın karşısında bir kavram olarak
tanımlar. Bu tanıma göre bilgi, bilişsel yapımızda “an”da yarattığımız ve mütemadiyen
değişen soyut bir tasarım “ürünü”dür (Dervin, 1998). Nesneleri ve olayları
ancak kendimize özgü geçmişimiz, deneyimlerimiz, bilişsel yapımız, kimliğimiz
vb. ile gözlemlediğimiz ve gerekçelendirdiğimiz için “bilgi her türlü soyut ya
da evrensel biçimde doğru olan bir şey olmaktan çok gerçeğin yapılandırılması
olmaktadır.” ( Krogh, 2002, s.16). Bu yenilikçi tanımda bilgi, içerik taşıyıcı bir araç olan kitap,
doküman, multimedya dosyası, web sayfası vb.den tamamıyla farklıdır.
Bilginin yeni tanımı sorularımızı
çeşitlendirmektedir: Bilgi yönetiminin, geleneksel bilgi tanımındaki gibi içerik
taşıyıcı nesneleri yönetmekten öte, hayatımızı anlamlandırmamıza ne gibi
katkıları olabilir ? Bilgiyi yönetmek sadece teknolojik ve akademik bir uğraş
mıdır, yoksa günlük yaşamdaki sorunlarımızı da çözerek hayatımızı
anlamlandırmamıza ve yönetmemize imkan sağlayacak bir araç mıdır ?
İşletmelerde/kurumlarda, eğitim sisteminde ve günlük yaşantımızda bilgiyi
yönetmekten ziyade onu üretmeye odaklanmak daha doğru bir yaklaşım değil midir
? Bilgiyi nasıl üretebiliriz ?
*Teknofil: Teknoloji
seviciliği
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder