Canimus surdis: Sağırlar için şarkı

25 Şubat 2013 Pazartesi

Bilgi nedir ?


Nesnelerin, mekanların ve ilişkilerin devinim hızının başımızı döndürdüğü bir “geçicilik çağı”nda, bir “ad hoc toplumu”nda (Toffler, s.61) yaşamaktayız. Bu çağa bir “aşırılıklar çağı”ndan geldik. Modernlik sonrası herşeyin hızla eskidiği bu çağda teknoloji adeta başat bir din haline, bireyler de birer teknofil'e dönüşmektedir (Postman, 2009). Bu dönüşüm, cevap temelli bir toplumdan soru temelli bir topluma, metin odaklı bir toplumdan görsel odaklı bir topluma, matbaanın yarattığı tipografik insan prototipinden bireyin edilgenleşerek bir “seyirci”ye dönüşümüdür.  Bu dönüşüm içinde bilgi toplumu sanısıyla yaşarken, insan merkezli olması gereken bilgiyi nesne-merkezli bilgiye dönüştürmekte,  kendimizi gerçek bilgiden uzaklaştırarak nesneler üzerinden anlamlandırmakta, artan veri yığınları arasında adeta boğulmaktayız.        
Bu konjonktür bizi, veri ve enformasyon yığınları arasından bilgiyi ve “anlam”ı çıkarabilecek/üretecek kuram ve teknolojiler üretme noktasına sürüklemektedir. Önümüzdeki birkaç on yılda veri biliminin yıldızının parlayacağı beklentisinin arka planında da bu dürtü yatmaktadır. Veri ve enformasyon yönetimi ile istatistik bilimini bizi bu kaostan kurtaracak bir kurtarıcı olarak görmekte kısmen haklıyız çünkü büyük veri yığınlarından enformasyon üretmek ve buradan üretilen bilgilerle etkin kararlar verebilmek konusunda oldukça ilerledik. (Harvard Businees Review, 2012). İşletmeler açısından bilgi üretimi ve yönetimi teknolojinin yardımıyla çözülebilir bir sorun gibi görünmekte, ancak birey bazında düşünüldüğünde ise bilişsel yapılarımızın farklılığı  nedeniyle sorun daha kompleks bir hal almaktadır. Neticede birçoğumuz, günlük yaşantımızda bu veri yığınlarının nasıl anlamlandırılacağını bilmemekte ve enformasyon batağından bilgiyi çıkarabilecek kişisel birikime de nadiren sahip olmaktayız.  
Bir zamanlar -en azından Batı dünyasında, bilginin gerçeği tanımlayabileceği ve sabitleyebileceği, böylece insanların beynine doğrudan aktarılarak onların sosyal yaşamlarında ve iş hayatlarında etkin bir şekilde faaliyet göstermelerine imkan verileceğine inanılırdı ( Dervin,1998). Bu düşüncenin doğal bir sonucu olarak kullanıcılara, gerçek beklentilerinden uzakta, sistem odaklı olarak tasarlanan bilgi kaynaklarından, kullanıcılara tek yönlü olarak enformasyon aktarıldı. İletişimin çift yönlü yapısına aykırı olan ve bilgiyi nesneye hapseden bu anlayış geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinden itibaren fenomenolojinin de etkisi ile – ve ironik bir şekilde bilgisayar teknolojilerinin gelişmesine paralel olarak, birey odağına geçmeye başladı (Wilson,2000). Böylelikle sistemler, kullanıcı merkezli tasarlanmaya ve kullanıcı ile sistem arasındaki iletişim çift yönlü olarak işlemeye, en azından işletilmeye çalışılmaya başlandı. Daha önce sorulmayan sorular böylelikle gündeme geldi. Bireyler olarak bilgiyi nasıl yaratmalı ve onu nerede aramalıydık? Devasa yığınların içine saklanmış anlamı nasıl yakalayabilirdik, nasıl daha doğru kararlar alabilir, böylelikle hem kendimizi hem de çevremizi daha iyi nasıl anlamlandırabilirdik?  “Kullanıcılar, izleyiciler, müşteriler, hastalar, işverenler, işçiler “gerçekte” ne düşünüyorlar, ne hissediyor ve istiyorlar, neyi hayal ediyorlardı ?” (Dervin, 1998,s.39). Söz böylelikle nesneden özneye, sistemden kullanıcıya yani bireye geçti. 


Bilginin işleyen tanımı

Fahey ve Prusak (1998), bilgi yönetiminde “on bir ölümcül hata” arasında “bilginin işleyen bir tanımı”nın geliştirilememesi olduğunu daha birinci sırada zikreder. Şayet bilgi, veri ve enformasyondan ayrı bir kavram değilse, bu durumda bilgi yönetiminde yeni ve enteresan bir husus bulunmadığını, birçok yöneticinin bu kavramların arasındaki farklara ( bilgi, enformasyon ve veri arasındaki ) ve yol açtıkları farklı etkilere karşı ilgisiz olduklarını, 1960’lı yıllardan itibaren işletmelere yönelik üretilen teorilerin, kuramların yöneticilerde şüpheyle karşılandığını ve birçok işletmede bilgiyi destekleyen değil, bilgi karşıtı bir kültür oluştuğunu ifade etmişlerdir.

Uçak (1997), bilgi arama davranışını “farkına varılan bir bilgi gereksiniminin karşılanmasıyla ilgili dürtünün yerine getirilmesi için yürütülen bireysel bir etkinlik” olarak tanımlamakta “bilgi arama; bilgi kaynakları arasından, gereksinimlere en uygun olan bilgiyi tanımlama ve seçme işlemidir” demektedir. Bu tanımda bilgi arama davranışının “bireysel” bir eylem olarak belirtilmesi kayda değer bir husustur. Wittgenstein (1958), bilginin “bireysel” yapısına vurgu yaparak onun genellikle sahibinin elinde olduğunu ve bir kavrama onun kullanış biçimine göre anlam verildiğini belirtir. Bu tanımlama bize bilginin neden bu kadar fazla tanımının da yapılmış olduğunu izah etmektedir. Dervin’in (1998), Clark’tan aktardığı şekilde belirttiği gibi, bilgi yönetiminin umut veren yeni tanımı “problemleri çözmek için yeni bir yol…karşılıklı ilişki, karmaşıklık ve bağlam tarafından etkilenen yeni bir stratejik perspektif”tir. Dervin (1998) bilginin geleneksel tanımına karşılık yeniden kavramsallaştırılmasının, artan rekabet ve gelişen teknoloji nedeniyle insanların kaosa karşı düzen, merkeziyete karşı çeşitlilik sunabilmeleri için bir gereklilik olduğunu ifade eder.   

Bilginin geleneksel kabul gören ve daha çok enstrümantal olan tanımında, enformasyon/bilgi bir “eylem” olarak değil bir “isim”, bir “şey”, elde edilen, depolanan, çıktılar elde etmek için kullanılan varlıklar olarak görülmekte ve bu nedenle gerekli çıktıları sağlayacak teknolojilere, çıktılara, rutinlere, izolasyona, merkeziyete, açık bilgiye ve itaate odaklanılmaktadır. Bilgi yönetimi kavramının bu geleneksel çerçevesinde, sorulara yanıt vermek, homojenlik ve merkeziyetçilik önem arzeder (Dervin, 1998). Bu tanım, bilgiyi sabitleyen ve şüpheci sorgulamalara kapatan bir tanımdır.

“İletişimin içeriği”ni taşıyan birer araç olan nesneleri/sistemleri hatalı bir şekilde bilgi içeriği ile örtüştüren geleneksel tanıma zıt olarak, bilginin uzay-zaman içinde bir eylem olarak kabul edilmesi, bilgiyi dinamik bir çevrede sürekli yenilenen ve durağanlığın karşısında bir kavram olarak tanımlar. Bu tanıma göre bilgi, bilişsel yapımızda “an”da yarattığımız ve mütemadiyen değişen soyut bir tasarım “ürünü”dür (Dervin, 1998). Nesneleri ve olayları ancak kendimize özgü geçmişimiz, deneyimlerimiz, bilişsel yapımız, kimliğimiz vb. ile gözlemlediğimiz ve gerekçelendirdiğimiz için “bilgi her türlü soyut ya da evrensel biçimde doğru olan bir şey olmaktan çok gerçeğin yapılandırılması olmaktadır.” ( Krogh, 2002, s.16). Bu yenilikçi tanımda bilgi, içerik taşıyıcı bir araç olan kitap, doküman, multimedya dosyası, web sayfası vb.den tamamıyla farklıdır.          
Bilginin yeni tanımı sorularımızı çeşitlendirmektedir: Bilgi yönetiminin, geleneksel bilgi tanımındaki gibi içerik taşıyıcı nesneleri yönetmekten öte, hayatımızı anlamlandırmamıza ne gibi katkıları olabilir ? Bilgiyi yönetmek sadece teknolojik ve akademik bir uğraş mıdır, yoksa günlük yaşamdaki sorunlarımızı da çözerek hayatımızı anlamlandırmamıza ve yönetmemize imkan sağlayacak bir araç mıdır ? İşletmelerde/kurumlarda, eğitim sisteminde ve günlük yaşantımızda bilgiyi yönetmekten ziyade onu üretmeye odaklanmak daha doğru bir yaklaşım değil midir ? Bilgiyi nasıl üretebiliriz  ?   

Bilgiyi yeniden üreterek onu, değersiz ve hayatımıza hiçbir değer katmayacak, sorunlarımızın çözümüne katkı sağlamayacak “şey”lerden, lüzümsuz malumatlardan, kakafoni’den temizleyebilir, “şey”leri anlamlandırarak problemlerimizi çözebilir ve hayatımızın gerçek efendisi olabiliriz. Metaforlar, modeller sadece teknolojik sistemlerin tasarımı için değil hayatımızı anlamlandırmamızda da bize çok ciddi faydalar sağlayabilirler. Ancak bu “temizlik” için fenomenolojinin, semiolojinin, semantik gibi “anlam”ı odağına alan bilim dallarının kılavuzluğuna ihtiyacımız bulunmaktadır.



*Teknofil: Teknoloji seviciliği


Hiç yorum yok:

Bu Blogda Ara