Canimus surdis: Sağırlar için şarkı

18 Ekim 2012 Perşembe

mutluluk haddini aşar mı ?

Montaigne’in Denemeler’ini okuduğum andan itibaren birçok insana musallat olan delice monologlar ve Montaigne ile zaman ve mekan dinlemeyen hararetli diyaloglar bana da musallat oldu. “Mutluluk bile haddini aşarsa azap olur” aforizması da Demokles’in Kılıcı misali tepemde sallandı durdu yıllar boyu. Ne zaman mutluluk hakkında düşünsem hemen karşıma eli belinde Nemesis gözleriyle Montaigne dikildi ve tüyler ürpertici o kadim soruyu sordu: Hadi söyle bakalım, nedir mutluluk ? Geciştirilerek verilecek bir yanıt yoktu kuşkusuz. Montaigne’in alaycı gülümseyişi ise kimi zaman tüm umutlarımı söndürüyor kimi zamanda beni sorunun cevabını araştırmam için tahrik ve teşvik ediyordu. Mutluluğu tanımlayamadan yaşamın kendisini tanımlamak ne mümkündü. Zaman beni sürükledi, yıllar yılları kovaladı. Bense hep aynı soru etrafında takılı pilak misali dolandım durdum. Montaigne peşimdeydi, bana rahat yoktu.
Anita Ekberg’in Trevi çeşme sahnesiyle hafızalara kazınan bir Fellini fimi olan La Dolce Vita’yı yeniden seyrettiğimde bu sorunun sadece benim için değil herkes için açıkta ya da örtük bir sorun teşkil ettiğini tam olarak idrak ettim. Paparazzo adındaki bir paparazzi’ye dayanarak Paparazzi kelimesini de dağarcığımıza yerleştiren bu filmde , bir bulvar gazetesinde çalışan Marcello’nun yaşamı üzerinden Roma’daki yaşam, Fellini’nin gerçekçi şiirselliğiyle ve tüm acınasılığıyla gözler önüne serilir. Burjuva dostu felsefeci Steiner’ın , huzur içinde uyuyan çocuklarının yanı başında Marcello’ya söyledikleri kadim sorunun bir tarifidir adeta: “ Bazı geceler oluyor ki, bu karanlık bu sessizlik beni boğuyor. Huzur beni korkutuyor. Huzur beni her şeyden çok korkutuyor. Bu sessizlik ardında cehennemi gizleyen gizli bir maske gibi geliyor. O zaman çocuklarımın geleceğini düşünüyorum. Dünya harika bir yer olacak deniyor. Bir telefon görüşmesi her şeyi sona erdirmeye yetecekken, bu nasıl olabilir, anlayamıyorum. İnsan tutkulardan, her türlü duygudan uzak yaşayıp kendini güzel bir sanat eserindeki uyuma vermeli. Evet, o büyüleyici uyuma ! Zamanın dışında yaşayacak kadar, her şeyden uzaklaşacak kadar çok sevmeyi öğrenmeliyiz.” der gülümseyerek ve aniden endişeli bir ifade alır yüzü “buna mecburuz! “. Bahsedilen telefon görüşmesi Stanley Kubrick’in Dr.Strangelove filminde de alaycı bir ironi ile anlattığı nükleer savaşı başlatan telefondur. Evet, reklamlarda söylendiği şekliyle, nükleer savaş bir telefon kadar yakındır bize. Sahip oldukları boğar Steiner’ı, evi, kitapları, şatafatlı hayatı, o hayatın konforu, güzel, anlayışlı ve sevecen karısı, mis kokulu ve canından da çok sevdiği çocukları, yıllardır bilgi ve anılarla içini doldurduğu imgeleri.  O sahip olduğunu sanma yanılgısının tam bilincinde, yanı başında saçlarını kokladığı evladının her an kendi istemi dışında yok olabileceği düşüncesi etrafında takıntılı dönüşlerin yarattığı gerilimden kurtaramaz kendini. Huzurun kendisinden, dolayısıyla huzuru yaratan ne varsa her şeyden uzaklaşmak gerektiğinin, varolmak için yokolmanın zorunluluğunun ayırdındadır. Sarkacın bir o yana bir bu yana salındığı bu farkındalıklar ve yanılgılar dünyasında Steiner “sessizlik ardında cehennemi gizleyen” mekana belki de istemeyerek dalar. An’daki uyumu yakalayamaz, kendini duygularından arındıramaz. “Mutsuzluğun tohumu, mutluluğun yüreğinde gizlidir” der Milan Kundera müthiş Şaka adlı romanında. Steiner’in mutsuzluk tohumu çiçeğe dönüşür mutluluğun yüreğinde. Önce çocuklarını sonra da kendini öldürür. Steiner bir şekilde eşiği aşar. Steiner’in intiharı yanıtsız bırakılan soruların karanlığındadır.

İş Yerinden Neden Dost Çıkmıyor ?


1- Kimliklerin ünvanlar ve nesneler aracılığıyla ifade edilmesi iş yerindeki ilişkilerimizin samimiyetini baltalıyor. Bir insanla değil, genel müdür imgesiyle, ticaret müdürü imgesiyle, artık o statünün içini hangi imgelerle dolduruyorsak o görüntüyle iletişim kuruyoruz. Her ünvana farklı bir dil kullanıyor, her dilde farklı bir kişilik oluyor, kişiliğimizi Teoman’ın şarkısı gibi paramparça ediyoruz.  

2- İş yeri ideolojisi deontolojik, pragmatik ve makyavelisttir. (Breh, breh...) Herkes, herşey, her durum bir araçtır. Yeter ki bereket tanrısı CEO’nun verdiği hedefe bir ekip ruhuyla koşalım...Kullandığımız araçların, bu yolda feda edilenlerin bir ehemmiyeti olmaz, olamaz, gerisi sadece teferruattır. Oysa ki sonuçlar araçlarla bir bütündür. Araç mutsuzluk üretiyorsa amaç da mutsuzluğu bilinçsiz olarak sürdürür.     

3- Koltuk az, aday fazla olduğundan kanlı rekabet kaçınılmazdır.Rakipler hakkınız olan statüye göz dikmiş kendini bilmezler güruhudur. Bizans oyunları erkeklik kadınlık dinlemez. Dedikodular, yüze gülüp arkadan vurmalar genel kuraldır. Herkes kendi bölgesini belirler ve o bölgede tek hakim olmak ister. ( Köpeğimde her gün gezdirirken hakimiyet alanını belirlemek için heryeri koklar ve işer. O kadar sidiği nerden bulur bilmem !)          

4-   b = ( z+y+ç) x v
b= başarı
z= zeka
y= yetenek
ç= çevre
v= vizyon

Formüle göre başarı için, akıl, yetenek ve çevre şart. Ama olmazsa olmaz çarpan vizyondur. Çevre için (networking), benliğin sığınakları birer birer taranır:  cemaatler, masonik örgüt ve dernekler, tarikatler,aşiretler ve biat edilir. Özden çok şekil değer kazanır, anlam bir kenara atılır. Burada sözkonusu olan aidiyetten ziyade grubun menfaat pastasından bir pay kapmaktır. Eşittirin sol tarafı amaç olduğundan sağ tarafı araçlara dönüşür. Çevrenin içeriği arkadaşlarda bu şekilde araçlaştırılır. Araçlar  sonuçlardan ayrılarak hükümsüzleştirilir. Bu şekilde dostluk kavramı içi boş bir arkadaşlığa dönüşür.   

Modern dünyanın modern insanlarının etrafında tavaf ettikleri bir diğer formülse şöyledir;
b=y+c+z+a
b=başarı
y=yaratılık
c=cesaret
z=zeka
a=akıl sağlığı

Bilinç altımız modern dünyada her başarılı addedien insana bu özellikleri otomatik olarak yükler. Başarı bu yüzden tapınılası, kutsal bir put haline dönüşür. Bu puta sahip insana sinsice yaklaşırız, gizli menfaatlerimizle. Samimiyetten, insaniyetten uzak. Karşımızdaki birazcık akıllı ise farkına varır bu mış gibi yapmacıklığın. Gardını alır.      

5- Ofisin ruhu ”...karşılaşılan nesnelerden heyecan duymak, düşüncelerle canlanmak, kurt benzeri bir yüreğe ve tilki gibi bir akla sahip olmak, insanları aldatmak ve dolandırmak, yetkeye bağlanmak, dalkavukluk etmek için onaylamak, ün peşinde koşmak, kar elde etmek, gerçeğe sırtını dönmek, yanlışın peşinde koşmak, aydınlanmadan yüz geri etmek ve değersizlere katılmak...”tır*. Bu özelliklere sahip derinlikten yoksun bir ruhun, saf bir derinlik gerektiren dostluğu yaratabilmesi imkansızdır.

6- Maskeli balodayız ve onun sahte yüzlerine bakıyoruz:
Öpücükler hançerlidir, gülümseyişler hummalı, bakışlar aynalı, dokunuşlar plastik...
Kahve ve alkol olmadan bu ikiyüzlülüğün ruhumuzu dört bir yanından geren işkencesine tahammül etmek zordur.  

7- “Düşünmek, işte hepimizi böyle korkak ediyor, azmin gürbüz rengi tereddüdün soluk gölgesiyle hasta bir renk alıyor. “  

7- Göller bölgesinin adaları: Nadiren de olsa kurtlar sofrasında kirlenmeden kalabilmiş, anı yaşayabilen, yüreğindeki çocuksuluğu yitirmemiş insanlara da rastlanır. Ola ki böylelerine rastlarsanız bilin ki nesilleri tükenmek üzeredir bunların. Derhal ihtimamla koruma altına alın.  

Bu Blogda Ara